Sporseverlerin büyük bir kesimi Bülend Karpat’ı, yayın hayatına 1990’da başlayan ilk özel TV kanalı Magic Box/Star 1’in spor spikeri olarak tanır. Gerek maç anlatımı, gerek maç sonunda saha içinden yaptığı röportajlarla futbol yayınlarına getirdiği yenilik, doğal olarak onun geniş kitleler tarafından bu yönüyle hatırlanmasına yol açmıştı. Oysa Bülend Karpat’ın mazisi 60 yılı aşan bir spor hayatı vardır. Basketbolda Genç ve A Milli Takım formalarını giymiş, voleybolda bürokratik engeller yüzünden Genç Milli Takımın eşiğinden dönmüş bir sporcudur o. Bunlara ilaveten “Adriano” lakabıyla anılmasına yol açan bir şarkıcılık kariyeri de vardır. Birkaç yıldır yerleşmiş olduğu Küçükkuyu’da yaptığımız söyleşide onun bu az bilinen yönlerini ön plana çıkardık. Öncelikle çocukluk yıllarını ve basketbola nasıl başladığını dinliyoruz kendisinden:

“1944’te Mersin’de dünyaya gelmişim. Anne tarafım Mersinli. İlkokul, ortaokulu orada okudum. Liseyi okumak için İstanbul’a geldik. Babam, annem, kız kardeşim ve küçük kardeşim Saffet ile. İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Basketbola ortaokulda başlamıştım, hatta bizim sınıf takımı okul şampiyonu olmuştu. Sporun birçok dalıyla ilgim vardı. Atletizm yapıyordum. 200-400 metre koşuyordum. Hatta liseler Türkiye üçüncülüğüm var 400 metrede. Futbol oynuyordum. Kalecilik yapıyordum. Sınıfın en uzun çocuğuydum. Fizik olarak hem uzunum hem de bayağı atletik bir yapım vardı. Arkadaşlarım bana, ‘Sen çember altında dur, topları alıp bize ver, yeter,’ diyorlardı. Sınıf basketbol takımının kaptanı Erden Sürmeli, Fenerbahçe genç takımında oynuyordu. ‘Senden iyi basketbolcu olur, gel seni bir yere götüreyim,’ dedi. ‘Karşı taraf çok uzak, Fenerbahçe’ye gitmem. Bu tarafta bir yer olsun,’ dedim. Onun üzerine beni Darüşşafaka’nın antrenmanına götürdü, Çarşamba’ya. Okul Cağaloğlu’nda, Sultanahmet’te oturuyoruz; dolayısıyla orası yakın. Darüşşafaka’da antrenör rahmetli Atila (Erten) abiydi. Beni bir denedi, baktı. Sonra Erden’e, ‘Hiçbir şey bilmiyor, şimdi onunla uğraşamam,’ demiş.”

“Bu arada sınıf takımında, lise takımında oynuyorum. Çocuklar aramızda gösteriyorlar filan, giderek öğrenmeye başladım basketbolu. Erden, ‘Gel seni Galatasaray’a götüreyim. Orada Cavit Altunay diye bir anrenör var, o bir baksın sana,’ dedi. Hasnun Galip Sokak’taki kulüp binasının beşinci katındaki salona gittik bir Çarşamba günü, öğleden sonra. Cavit abi bana, ‘Çemberi tutuyormuşsun, doğru mu?’ diye sordu. ‘Tutuyorum efendim,’ dedim. Hakikaten sıçradığım zaman okulun bahçesindeki çemberi yakalıyordum. ‘Hadi bakalım, şu bizim çemberi de yakala,’ dedi. Bir sıçradım, hiç alaka yok. Elim filede kaldı, çember yukarıda. ‘Bize gelenler de hep palavracı oluyor yahu,’ dedi. ‘Hocam bir kere daha deneyeyim,’ dedim. Gittim gerildim. Bayağı bir hız aldım. O can havliyle nasıl sıçramışsam sol elimle tuttum çemberi. Parmağımın boğumu fileye takıldı. Sonra sağ elimle de tuttum, hocaya baktım. ‘Tamam, in. Antrenmanlara geleceksin. Dörtte başlıyor, hiç geç kalmayacaksın,’ dedi. Cağaloğlu’nda üçü çeyrek geçe gibi ders bitiyor. Ben oradan fırlıyorum, Cağaloğlu’ndan koşa koşa aşağı iniyorum. Sirkeci’de Galatasaray dolmuşu var. Karaköy’den geçip İtalyan yokuşunu çıkıyor; İstiklal Caddesi’ne, Galatasaray girişine geliyor. Orada iniyorum. Elimde ağzı büzgülü, yuvarlak çantam var; içinde formam, şortum, spor ayakkabılarım. Oradan koşarak arka sokakta Yeni Melek sinemasının önünden Hasnun Galip’e geliyorum. Salona çıkıyorum. Nasıl soyundum, nasıl ettim bilmiyorum.. Ya dörde iki kala geliyorum, ya dördü iki geçe filan. Son anda yetiştiğim için Cavit hoca her seferinde bana bakıyor. Galatasaray’a girişim Nisan sonu, Mayıs başı gibi. Çalışmalara başladık. İdman beş buçuk altı arası bitiyor. Haftada iki gün de idmandan sonra koşarak Dolmabahçe’ye iniyorum, statta atletizm çalışıyorum.”

“Yaz tatilinde yine her gün çalışıyoruz. Cavit abi inanılmaz bir emek veriyor bana ama hiç mutlu değil. Hep daha fazla sıçramamı, daha fazla koşmamı, elimi daha fazla uzatmamı, daha dikkatli olmamı istiyor. Yaz bitti, kışa giriyoruz. Galatasaray yıldız takımında lisansım çıktı. 1960-61 sezonunda oynamaya başladım. O sezon Galatasaray yıldız takımı namağlup şampiyon oldu, ben de sayı kralı. Hem de öyle bir sayı kralı ki, Vefa maçında 51 sayı atarak rekor kırdım. Cumhuriyet gazetesinde haber oldu bu. Sonra benim bu rekorumu 1981 yılında Levent Topsakal kırabildi ancak.”

“1961-62 sezonunda Cavit abi beni daha fazla gelişmemi sağlamak için İstanbul Üniversitesi takımına (İÜSK) almıştı. Aynı zamanda orada da antrenördü. Ben orada İstanbul İkinci Ligi’nde oynayan takımda yer aldım. Orada en fazla sayı atan oyuncuydum. O takım ilk üçün içine girdi. Bu arada 1962 Nisan ayında Genç Milli Takıma çağrıldım. Türkiye gençlerde ilk defa Avrupa Basketbol Şampiyonası’na katıldı. İtalya, Bologna’da organize edilmişti şampiyona. Sekizli gruptaydık. Hocamız Samim Göreç’ti. Takım arkadaşlarım arasında Özhan Canaydın, Nur Danişmend, Minik Önder (Okan) vardı.”

“Şampiyona bitince okula döndük. Bu arada dersler felaket durumda, yedi dersten zayıfım var. Babam ne olacak bu iş filan derken; İÜSK’ün bir de voleybol takımı var, o takım Birinci Lig’de oynuyor. O takımda kadro eksikliği var. Ben okulda voleybol da oynadığım için beni kadroya aldılar. Yedinci adam yok takımda. O zamanlar bir lisansla bütün sporlar yapılabiliyordu. Teknik Üniversite salonunda İstanbul Üniversitesi Beyoğluspor’u 3-2 yenerken muhteşem bir oyun oynadım. Maçtan sonra her zaman olduğu gibi soğuk suyla duş yaptım, sıcak su hak getire. Bizden sonra bir maç daha var. Çemberin altında set gibi bir yer vardı. Federasyon ikinci başkanı Meno Zamboğlu orada oturuyor. Beni görünce çağırdı. ‘Sen 44 doğumlu musun?’ diye sordu. ‘Evet abi,’ dedim. ‘Aferin, çok iyi oynadın. Tebrik ediyorum,’ dedi. Bir ay sonra Atina’da Balkan Gençler Şampiyonası yapılacak. Onun için voleybol Genç Milli Takım aday kadrosu ilan edildi. Orada da varım. Yavuz Işılay’ların olduğu kadro. Oral Yılmaz ve Ender Kurt antrenör. Hatta maçlar Atina’da açık havada yapılacağı için, idmanları Yeşilköy’deki nahiyenin açık hava sahasında yapıyorduk. Voleybolda tek ayakçıyım. Smaçör çaprazı oynuyorum. Smaçör sol başta, ben sağ köşede başlıyorum. Koşarak, tek ayak çıkıp çaprazdan smaç vuruyorum. Tek ayak çok iyi sıçrıyordum. O zamanlar seyahatlerde kafile pasaportu çıkıyordu. Onun için resim istediler. Bu arada askerlikle ilişkisi yoktur kağıdı istediler. Ben Sarıyer askerlik şubesine bağlıymışım. Gittim şubeye, ‘Sen asker kaçağısın,’ dediler. Muayenemi yaptırmamışım. ‘Nasıl olur, ben okuyorum,’ dedim. Kimseye inandıramadık. Bana ilişkisi yoktur kağıdı vermediler. Neyse sonradan muayene olup durumu düzelttim ama bu arada pasaporta ismimi koyamadık. Kadro 12 kişilik, Atina’ya 11 kişi gitti. Yoksa voleybolda da genç milli olacaktım.”

1961-63 arasında iki sezon İÜSK’de oynayıp Genç Milli Takıma seçilen Bülend Karpat’ın bundan sonra spor yaşamının ikinci aşaması diyebileceğimiz Ankara yılları başlamış. Genelde Ankaralı sporcular İstanbul takımlarına transfer olurken, o tersini yapıp DSİ ya da o tarihteki adıyla Suspor’a katılmış. Bu transferin hikayesini ondan dinliyoruz: “Ender (Kurt) abi Ankaralıydı. Ankara’da Devlet Su İşleri, basketbol İkinci Ligde bir takım yapmış. Çok güzel bir takım, Birinci Lige çıkmış. Voleybol takımında Ender abi, Şakir filan oynuyor. O da iyi bir takım. Ender abi yöneticilere, ‘Genç Milli Takım’da Bülend Karpat var, bizim Oğuz Okbay’ın da yakın arkadaşı. İkna edelim bu çocuğu, Ankara’ya gelir,’ diyor. Bir idman bitiminde benimle konuştu, Ankara’ya gelir misin diye sordu. Bu arada Oğuz Okbay sırf bu iş için kalkmış, Ankara’dan gelmiş. Şöyle bir takımımız olacak filan derken peki dedim. O zamana dek İstanbul’dan Ankara’ya hiç oyuncu transferi olmamış, hep tersi olmuş. Bu arada okulda bayağı problemlerim var, okula ara vermek zorunda kaldım. Sonra dışarıdan çalışmayla liseyi bitirdim. Böylece Ankara DSİ’de oynamaya başladım. Orada işe de soktular. Hem maaş alıyorum, hem kulüpten biraz para veriyorlar. Etlik tesislerinde kalıyoruz, yiyip içiyoruz. O zaman sistem öyle, çok büyük paralar yok. İyi bir takımımız var: Dolunay Ertan, Gökmen Barış, Savaş Küce, kaptan Tarcan Günenç. İlk sene gittiğimde Hüdai (Budanur) abi vardı, sonra o tayin oldu gitti. Genç milli Ali Özer var, Ceviz Ali derdik ona. Balta Tayfun var, solak oyuncu. Savaşan, mücadele eden bir takım. Hocamız Mustafa Tenim. Mustafa abiye, ‘İstanbul’dan bir oyuncu alıyoruz ama tanımıyoruz, kim bu?’ diye sormuşlar. Mustafa abi, ‘Bülent mi? Şu kol şuraya vidalı. Ayarlıyorsun, atıyor, atıyor,’ diye cevap vermiş.”

Hüdai Budanur, Bülend Karpat.
Ankara’daki ilk senesinde iki branşta birden oynamaya devam eden Bülend Karpat, Suspor voleybol takımıyla 1963-64 Türkiye Şampiyonasına katılmış. Bu turnuvadan sonra yoluna sadece basketbolda devam etmeye karar vermiş. 1964-65 sezonunda da bu kez basketbol takımıyla Türkiye Şampiyonasına katılmış. Bu turnuvayı ve Suspor’un Ankara basketbolunda yaptığı atılımı şöyle anlatıyor: “O zaman Deplasmanlı Lig başlamamış, Ankara Ligi var. İlk senemde Ankara’da bir anda Kolej, Muhafızgücü, Suspor oldu. İyi bir takım olan Şekerhilal’in önüne geçtik. Diğer takımları rahatlıkla yeniyorduk. Eleme turlarından gelerek Türkiye Şampiyonası finallerine kalma hakkını kazandık. İlk etap Ankara, ikinci etap İstanbul. Ankara’dan Kolej ve Suspor katıldı. Casey Arnold isimli Amerikalı bir oyuncumuz vardı, barış gönüllüsü olarak Ankara’ya gelmişti. Türkiye Şampiyonası’nda oynadı. Altınordu’yu yendik o şampiyonada. Kolej’i de yendik. Müthiş bir maçtı o. Bütün seyircisi gelmişti. Birol’lar, Gürol’lar, Baba Rüştü çok iyi bir takımdı; Armağan Asena antrenör. Ama biz de iyi bir takımdık. Bülend Karpat sayı krallığında her zaman ilk beşin içinde. Yıldız krallığında hep ilk beşte, derken A Milli Takım aday kadrosu açıklandı. Gökmen Barış ile beni DSİ’den aldılar. Boğaziçi Turnuvası’na katılan kadroda A Milli oldum.”

Bu noktada Bülend Karpat’ın sporculuk yaşamına kısa bir ara verip müzisyenlik tarafı üzerine konuşuyoruz. “Suspor ve Muhafızgücü’nde oynadığım yıllarda, Ankara’da şarkıcılık da yaptım. Dans, müzik benim spordan sonra en büyük keyfimdir. Zaten ben basketbolu da böyle oynadım. Tribünle şakalaşırım, tribünleri kızdırırım. Özel seyircim vardı, ‘Adriano Bülent’ diye bağırırlardı. O yıllarda Adriano Celentano ve İtalyanca müzik çok popülerdi. Ben de İtalyanca şarkılar söylüyordum. Arkadaşlar arasında şarkı söylerdim. Kulüp 47’de bir piyanist arkadaşımız var, o da basketbol oynardı. Kulüp 47’ye giderdim, üç beş tane parçayı amatör olarak söylerdim. Orada duymuşlar, Metin Gürel’e, ‘Bizim basketbolcu Bülend Karpat’ın harika sesi var,’ diye söylemişler. O da Türkiye’nin en önemli cazcılarından biri. Orkestrası var, Ankara’da Balin Roof’ta çalışıyor. Okay Temiz davul, Tuna Ötenel piyano, kendisi flüt, saksofon çalıyor. Gittim Metin Gürel’le konuştum. ‘Yarın öğleden sonra provamız var, birkaç şarkıyı prova edelim,’ dedi. Balin Roof Ankara’nın önemli kulüplerinden biriydi, tam Kızılay’da. Ankara Gar Gazinosu’ndan sonra en iyi yerdi. Daha Büyük Ankara Oteli filan yok. İki üç şarkının provasını yaptık. ‘Tamam, bu akşam geliyorsun, seni biz sahneye atıyoruz,’ dedi Metin Gürel. O zamanın parasıyla bana 70 lira yevmiye veriyordu. Bir ara İstanbul’a gittim. Heybeliada’da Ordu Milli Takımının kampındayız. Bize izin veriyorlar. Yeniköy’de Batı Kulübü vardı, ünlü bir kulüptü. Oradan bana bir teklif geldi. Durul Gence 5 çalıyordu orada, Erkut Taçkın şov yapıyordu. Bir de beni araya Adriano Bülent diye koymuşlardı. Akşamları üç dört parça söylüyordum. Fakat şarkıcılığı bir müddet sonra bıraktım. Metin, ‘Ya basketbol ya şarkıcılık. Seni profesyonel olarak almak istiyorum orkestrama ama basketbolla birlikte yürümez,’ dedi. Ben basketbolu tercih ettim ve şarkıcılığı tamamen bıraktım.”

Askerlik hizmeti başlayan Bülend Karpat, 1965-67 arası Muhafızgücü forması giymiş. Bu dönemde Ordu Milli Takımıyla Dünya Şampiyonası’na katılmış. Muhafızgücü’ndeki ikinci sezonunda (1966-67), yeni başlayan Deplasmanlı Türkiye Ligi’nde mücadele etmiş. Muhafızgücü olarak yine aynı sezon başlayan Türkiye Kupası’nda Fenerbahçe ile final oynama başarısını göstermişler. Askerliği bitince DSİ’ye dönmüş ve 1967-68 sezonunda son kez Türkiye Ligi’nde mücadele etmiş. Bundan sonra sporculuk yaşamının üçüncü aşaması diyebileceğimiz yurt dışı dönemi başlamış. Bunun ayrıntılarını ondan dinliyoruz: “Strasbourg’da Avrupa Demiryolu Takımları Turnuvası vardı. Ankara’da bir karma takım yaptık. O takımda vardım. Hatta trenle gittik geldik. Orada da çok iyi oynayınca Fransa’dan transfer teklifi aldım. Türkiye’de oynuyorum, tuzum kuru. Şarkıcılığım da var, çıkıp şarkı söylüyorum. Oradan da para kazanıyorum dedim ama sonra maceracı ruhum benim 1969’da Fransa’ya transfer olmama neden oldu. Türkiye’deki basketbol kariyerim böylece bitmiş oldu çünkü bir daha dönmedim. Fransa’da bir buçuk sene oynadım. Oradan Cenevre’ye, İsviçre şampiyonu takıma transfer oldum. Beni bir turnuvada beğendiler. Stade Français Geneve, 12 kez İsviçre şampiyonu olmuş, çok iyi bir takım. Orada yaklaşık dört buçuk sene oynadım. O zamanlar iletişim yok. Türkiye’de kimsenin sizden haberi yok. Bir tek yakınlarınız biliyor. Basının hiç umurunda değil. İyi de oynadım orada. Sakatlanınca basketbolu bırakmak zorunda kaldım.”

“Bırakınca yönetim, ‘Biz seni bırakmıyoruz, antrenör olarak hemen takımın başına geçiriyoruz,’ dedi. Bir hafta geçti aradan, kendi kendime, ‘Bu olacak gibi değil,’ dedim. Antrenörlük başka bir meslek. Hiçbir şey bilmiyorum. Gittim yönetime, ‘Ben işi bırakıyorum,’ dedim. Onun üzerine ‘Hakemlik sınavına gir, hakem ol ya da spor akademimiz var, oraya yazdıralım seni, antrenör ol,’ dediler. Öyle yaptık. Cenevre Kantonundan hakemlik lisansı aldım. Ayrıca haftanın iki günü Cenevre-Bern arası akademiye giderek, oradan da antrenörlük lisansımı aldım. Bu arada Amerika’dan gelen kitapları okuyarak antrenörlük bilgimi biraz pekiştirdim. Lozan’ın Renens diye bir banliyösü vardır. Benim Stade Français’den iki oyuncum oranın çocuklarıydı. Onlar artık Cenevre’yi bırakmışlardı, İkinci Ligde Renens BBC diye bir takıma gitmişler. ‘Bizim antrenörümüz yok, gel bize antrenörlük yap,’ dediler. Antrenörlük kariyerim orada başladı. Gayet iyi gidiyoruz, şampiyon olacağız. Yöneticiler beni çağırdılar, ‘Mösyö Karpat, biz senden çok memnunuz ama şampiyon olmak yok. Sen bu şekilde çalış, genç çocuklarla uğraş, bize oyuncu yetiştir ama biz birinci lige çıkmayalım. Burada oynayalım, ikinci, üçüncü bitirelim,’ dediler. Düşünün o zaman yaptığım çalışmalarla genç milli takıma hemen iki tane oyuncu verdim. Biri 2.02 metre, o da sonra basketboldan bıkmış gidip kürekçi oldu!”

Yurt dışında 14 yıl kalan Bülend Karpat 1983’te Türkiye’ye dönmüş. Faal sporculuk yaşamı sona erdikten sonra Türkiye’ye dönüşünde yaptıklarını dinliyoruz bu kez ondan. “Türkiye’ye dönünce birkaç kulübe başvurdum antrenörlük için ama iş yok, yer yok diyorlar. Bu arada Taksim’de eski bir diskotek var, orayı işletme haline getirmek istiyorlarmış. Halil Dağlı gibi birkaç basketbolcu arkadaşım vasıtasıyla patronla tanıştım. Mekanı gidip gördüm. Üstü birahane, onun altında bir bodrum katı. Burası müthiş bir caz kulübü olur dedim. Epey uğraşıp dayayıp döşedim. Mekanın ismini Adriano’nun Bodrumu koydum. Dört kişilik bir house band getirdim. Metin Çotal’ı Ankara’dan tanıyordum; Pala Erdem, Çarli Fuat basta, trombonda Giray. Her akşam çıkıp gece ikiye kadar çalıyorlardı. Sonra müzisyenler geliyor, jam session başlıyor. Sabah dörde beşe kadar devam eden müthiş güzel, kaliteli bir kulüp oldu. Amerikan büyükelçisi geliyordu. Sezen Aksu, Onno Tunç’la beraber geliyordu. Onno başka yerde caz çalmazdı, orada çıkıp piyano çalıyordu. Yaklaşık iki sene sonra, ortaklarla anlaşamayınca orayı bıraktım. Düşündükçe hâlâ özlerim orayı. Ne müzisyenler geldi çaldı, kimler geldi geçti.”

“Bu arada Eczacıbaşı’ndan antrenörlük teklifi geldi. Şişman Nur (Gençer) orada menajerdi. ‘Şakir beye söyledim altyapı için, yarın gel onunla tanışırsın,’ dedi. 1985’te Eczacıbaşı altyapı sorumlusu olarak göreve başladım. Genç takım, yıldız takım ve çok küçük çapta bir basketbol okulu. Yıldızlarda yenilgisiz İstanbul şampiyonu olduk. Gençlerde de yenilgisiz gidiyoruz. Kadroda Tamer Oyguç, Ömer Büyükaycan filan var. Son maçı Galatasaray ile oynuyoruz Spor Sergi’de. Son saniyede Cem Canikli köşeden attı, top havadayken maç bitti. Bir saniyeyle kaybettik maçı. Şakir Eczacıbaşı, ‘Bu takım nasıl maç kaybeder, nereden getirdin bu adamı?’ diye kızdı. A takım antrenörü Faruk Akagün. A takımı ligi birinci bitirmiş. Play-off ilk turunda sekizinci sıradaki İTÜ’ye elendiler. Ertesi gün yemekten sonra Şişman Nur’un odasında kahveler içiliyor. İçerisi kalabalık sonra görüşürüz diye geçiyordum. Şakir Bey, ‘Bülent gel, gel,’ dedi. ‘Biz bu Teknik Üniversite’ye nasıl yenildik?’ diye sordu. ‘Bu sorunun muhatabı Faruk Akagün’dür,’ deyip salona indim. Ben çıktıktan sonra, ‘Bu nasıl antrenör. Neden yenildiğimizi bilmiyor mu? Böyle adamın kulüpte işi yok,’ demiş. Şişman Nur geldi, ‘Bülend durum böyle, böyle. İstifa et,’ dedi. ‘Ben istifa etmem. Önümüzde Türkiye Şampiyonası var, hem yıldızlarda, hem gençlerde. Bu iki takımı da Türkiye şampiyonu yapamazsam istifa ederim,’ dedim. İki gün sonra bana bir mektup getirdi. Eczacıbaşı Spor Kulübü yapmış olduğum görevlerden dolayı teşekkür ediyor. ‘Temmuz ayına kadar olan maaşlarımı öderseniz ayrılırım,’ dedim. Kabul ettiler ve Eczacıbaşından ayrıldım. Yalçın Granit, Galatasaray maçının hemen akabinde Şakir Eczacıbaşı’nı aramış, ‘Şakir nasıl yendik?’ demiş. ‘Tabii, caz kulübünden gelen adamı takımın başına antrenör yaparsan, olacağı bu,’ demiş. Şakir bey çok sinirlenmiş bu sözlere.”

“Aradan dört beş gün geçti. Yalçın Granit beni görmek istiyormuş. Ali Kazaz’ın Şişli’deki işyerinde yarın ikide bekliyor diye haber geldi. Ertesi gün gittim görüşmeye. Neler oldu diye sordu Yalçın abi. Anlattım durumu. ‘İki tane en iyi oyuncum, topu en fazla kullanan oyuncum A takımla idman yapıyorlar, bana maçtan maça geliyorlar. Dengeler bozuldu takımın içinde, toparlayamadım ama Türkiye Şampiyonasına kadar toparlarım diye düşünüyordum, işime son verdiler,’ dedim. ‘Senin gibi antrenör işsiz mi kalacak, sen Galatasaraylı değil misin?’ diye sordu. Ben evet deyince, ‘O zaman Galatasaray altyapısının başına geleceksin, oraları toparlayacaksın. Salon da bitmek üzere. Galatasaray’da basketbol ihtilali yapacağız,’ dedi. Ali abi de, ‘Sen Galatasaray’ın çocuğusun, Galatasaraylılar kulübünü bırakmaz,’ dedi. Kabul ettim. Salon bitmek üzereydi. Hasnun Galip Sokak’ta yapıyorduk çalışmaları. Koray Mincinozlu genç, yıldız takım antrenörüydü. Ben de minik takıma bakıyordum. Derken basketbola başladığım yerde Galatasaray basketbol okullarını kurdum. Ondan önce vardı bir takım şeyler ama üyelerin çocukları, arkadaşının oğlu, eski basketçilerin oğulları seviyesinde kalmış, aile çalışması gibi. Florya’da salon bitince okulu oraya taşıdık.”

“Ekrem Memnun genç takımın oyuncusu, burada antrenörlük yapıyor. Hüseyin Buğdaycı, Kerem Tunçeri var. Ben okulun koordinatörüydüm. Faruk Süren basketbol şubesi sorumlusuydu o zaman. Küçük kasa yaptık. Basketbol okulundan gelen parayı büyük Galatasaray bütçesine sokmuyorduk. Küçük kasanın hesabını direkt Faruk Süren’e veriyorduk. Altyapıda çalışmalar zordur; kulüpler para vermez, forma bile alamazsınız. Formanın arkasında 1 numaranın yanına flasterle 11 yaptığımı bilirim. Bir sistem oturttum orada. Bütün altyapının masrafları, gidiş geliş yol harçlıkları, şampiyonalara gitmeler, eşofmanlar – hepsi küçük kasanın içerisinden çıkıyordu. 367 kişi, bir ordu gibi. Çocuk başına ayda 80 lira alıyorduk. Salon bittikten sonra şöyle bir sistem kurdum: altyapıdaki en iyi oyuncuları ayrı bir grupta toplayıp onları en iyi hocama verdim. O da bize minik ve küçük takımlar yarattı. Öyle bir takım yaratınca aileleri çağırdık. Nasıl davranmaları gerektiğini anlattık, konferanslar verdik onlara. Sekiz tane monitörle çalışıyordum, sekiz gruba bakan sekiz monitör. Bütün programı ben veriyordum, antrenörler o programa göre çalışıyordu. Sekiz istasyonlu bir çalışma yaptık. Yeni salonumuzda sekiz tane de potamız vardı. Beş yıl yaptım bu görevi. O sıralar Galatasaray A takımı çalkantılıydı. Sürekli hoca değişiyordu, bayağı bir kargaşa vardı.”


“Bir gün Faruk Süren’in işyerine gittim. Bu durumu anlattıktan sonra, ‘Amerika’dan antrenör getirecekmişsiniz. Ben A takımı antrenörlüğünü istiyorum,’ dedim. ‘Nasıl olur, yapma gözünü seveyim. Zaten görüyorsun durumlar karışık. Sen orada başarılısın, beni tefe koyarlar,’ diyerek sonuçta olmaz dedi. Çıktım yanından. Sekreterinden bir kağıt kalem istedim. Hemen istifamı yazdım, çektim gittim. İstifam sağda solda hemen duyuldu. O zaman Ataköy beşinci kısımda oturuyordum. Bakırköy Spor Kulübü’nün vakıf binası yakındı oraya. Orada arkadaşlarımla tenis oynardım. Bakırköy kulübü, o sıralar Bakırköy Belediye Başkanı Yıldırım Aktuna’nın önderliğinde meşhur atılımını yapıyordu. Futbol takımı Birinci Ligde altıncı olmuş, kız voleybol takımı Birinci Lige çıkmış. Basketbolu da ayağa kaldırmak istiyorlar. Yıldırım Aktuna beni davet etti, görüştük. Yıldırım hoca basketbol takımını hemen Birinci Lige çıkarmamı istedi. Görevi kabul ettim. Bakırköy kulübünün sahilde iki katlı bir binası vardı, çay bahçesi de vardı önünde. Şimdi oraya üst geçit yapıldı. Gittim kulübe; forma yok, top yok, lisanslar da yok. Ona soruyoruz, buna soruyoruz yok. Takımın kaptanını buldum. ‘Eski takım olarak bir şartımız var. Bizim beş oyuncuyu listenin başına yazacaksın, ondan sonra sen kendi adamlarını getireceksin,’ dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. İki gün sonra bir oyuncunun evinde çıktı lisanslar. İki tane oyuncuya kulüpte kalacak yer yaptık. Top yok, sağdan soldan diğer kulüplerden top buluyoruz. Çalışmaya başlayacağız, salon yok. Açık hava sahası var. O takım o sene final oynadı ve başında rahmetli İsmet Badem’in olduğu Yeşilyurt’u yenerek İstanbul birincisi oldu. Antalya’ya İkinci Lige terfi maçlarına gittik. O sene Federasyon öyle istemiş, Petkim ve PTT çıktı, Bakırköy’ü çıkarmadılar. Beni üç maçta oyundan, hatta salondan attılar. Benim çocuklar da profesyonel değilmiş, tatil yapar gibi oynadılar maçları. Ertesi sene köklü bir değişiklik yaptım. Alper’i, Eczacıbaşı’ndan Saruhan’ı aldım. Sarı Ümit’i aldık, solak atıcı. Çok güzel bir takım kurduk. Kaptan Ünal Tanyıldız hem iyi bir oyuncuydu, hem de çok zeki bir çocuktu. İyi bir kaptandı. Mehmet Döğüşgen’i – Kara Mehmet’i takviye aldık ve Samsun’a terfi maçlarına gittik. Samsun’da bize bir şey yapamadılar. Ribauntları aldık, topu Saruhan’a verdik. Konya vardı, milletvekiliyle filan gelmişler. Sonuçta takımı ikinci lige çıkardık. Yıldırım beyin son senesiydi. Çok yıprandım ve yoruldum. Şartlar çok zorlayıcıydı ama dostluk, arkadaşlık, takım ruhu – bunların hepsini oluşturduk. Bunlar güzel şeyler. ‘Bülent hocam lütfen bana daha fazla bağırma, arabaya benzin koymak için arkadaşımdan 20 lira borç aldım,’ diyen oyuncularla çalıştım.”

“Bu arada sene olmuş 90. Özel televizyonlar kuruluyor. Magic Box diye bir kanal var. Turgut Koloğlugil çok değerli bir gazeteci kardeşimiz, Bakırköylüdür ve Bakırköy Spor Kulübü’ne de çok yakındır. Boş zamanlarımda kulüpte tenis oynuyorum. Bir gün bir maçtan sonra arkadaşlarımla otururken Turgut geldi, ‘Bülent hocam, 52 tane NBA maçı var, seslendirir misin?’ diye sordu. 1988’de Amerika’ya gidip Kentucky Üniversite’sinde üç buçuk ay eğitim yapmıştım. Amerika’nın en önemli basketbol programı olan üniversitelerinden bir tanesinde sabah 11, akşam 5 arası öyle bir eğitim yaptım. Çünkü basketbolu iyi öğrenmek istiyorum. O sırada ligleri çok iyi takip etmiştim. Hem NBA’i hem Kolej Ligini ezbere biliyorum. ‘Nerede seslendireceğiz?’ diye sordum. ‘Yeni bir kanal kuruluyor, ben de oraya spor müdürü oluyorum. Seni önereceğim,’ dedi. Ertesi gün Mecidiyeköy’de Adabank’ın beşinci katına çıktık. Sporcu kariyerim olduğu için hepsini tanıyorum. Ankara Televizyonu yani TRT’nin ne kadar kalifiye elemanı varsa içeride oturuyorlar. Ersan Başbuğ, Aydoğan Ergezen, Adem Gürses, daha birçok kişi. Bir de sağ tarafta tişörtlü, sarışın, mavi gözlü bir çocuk oturuyor. Televizyoncular beni görünce kalktılar, sarıldık, öpüştük. Suspor’dan takım arkadaşım Tarcan Günenç televizyon daire başkanlığı yapmıştı. O yüzden bütün televizyoncuları tanıyorum. İçlerinden bir tanesi, ‘Cem Bey,’ deyince tişörtlü çocuk ayağa kalktı. ‘Merhaba Cem,’ dedim. ‘Merhaba Bülent abi, pasaportun var mı?’ diye sordu. Ben var deyince, ‘Çarşamba günü dört tane resimle birlikte getir, yola çıkıyorsunuz. Almanya’ya gideceksiniz,’ dedi. Hiç para pul konuşmadık. Hemen Alman konsolosluğundan vize alındı. Ben, Adem Gürses, Aydoğan Ergezen, bir de teknik bir eleman, Almanya’ya gittik. Orada da Reyman Somer var. Ludwigshaven’da televizyon stüdyosu kiralamışlar çünkü Star televizyonu Magic Box olarak başladığında korsan yayın yapıyordu. Yayın uyduya atılıyordu, oradan da çanak antenle izleniyor. Ben orada 22 gün kaldım. Yanımda Ahmet Kurt var. O zamana kadar onu tanımıyordum. Ben maçları anlatırken yanımda yorum yapması için göndermişler. Nasıl anlatacağız nasıl edeceğiz hiç kimse bir şey bilmiyor, Ahmet Kurt da bilmiyor. Kasetin bir tanesini izledim. Baktım Amerikalı bağıra çağıra anlatıyor maçı. Ben de bu tarz anlatacağım dedim. Bir kaset yaklaşık iki saat yirmi dakika sürüyor, tanıtımlar, girişler, reklamlar dahil. Yaklaşık 22 gün, günde iki, bazen üç kaset olmak üzere bu kasetleri seslendirdim. Yayına başladık, yıkıldı ortalık. Üçüncü gün yine anlatıyorum, konsantre olmuşum. Tak diye kapı açıldı, ‘Ne oluyor lan!’ dedim. Bir döndüm baktım, Cem Uzan ile Ahmet Özal. Hiç unutmuyorum, Ahmet Özal, ‘Ya bir Larry Bird de ben diyebilir miyim?’ dedi!”

“Döndük Türkiye’ye. Cem Uzan beni çağırdı. O zaman Cağaloğlu’nda, eski Ses-Hayat mecmuasının binasındayız. ‘Çok güzel oldu bu yayınlar. Star 1 yayına girecek, artık sen de kadrolu olarak başlıyorsun,’ dedi. ‘Cem bey ben antrenörüm,’ dedim. ‘Ben antrenör filan anlamam, ya burada kadrolu spor spikeri olarak çalışacaksın, ya da antrenörlük yapacaksın, tercih senin,’ dedi. Akşam eve geldim. Eşime durumu anlattım. ‘Kabul edersen bu işe başlayacağım,’ dedim. ‘Antrenörlüğü bırakıyor musun, o zaman yarın sabah kapıda kurbanı kesiyorum,’ diye karşılık verdi! Ertesi gün gittim kanala. ‘Kabul ediyorum. Yalnız bir şartım var, 212’den kadrolu yapacaksınız,’ dedim. Bu kanuna göre işten atamaz, tazminatlar filan bayağı sıkıdır. Bir de sarı basın kartı alırsınız. Böylece Star TV’de spikerlik yaşamım başladı. Basketbol programları, söyleşileri de yaptım ama ağırlıklı olarak futbol maçlarını anlattım. İstanbulspor’un bütün maçlarını, Şampiyonlar Ligi maçlarını hep ben anlattım. O yüzden şu anda herkes beni futbol spikeri olarak tanıyor. Bir de ben saha içi röportajları yapıyordum. Sadece ses olarak değil, fizik olarak da tanıyorlar. Şampiyonlar Ligi özel programını ben sunuyordum. Star TV’deki kariyerim bittikten sonra bir dört yıl da Habertürk kariyerim var. Rahmetli Ufuk Güldemir, Star’dan ayrıldığım zaman Gülgün Feyman kardeşimle haber gönderdi bana. Habertürk yeni yayın yapmaya başlamıştı. Ufuk beni spor müdürü olarak aldı oraya. Onun vefatına kadar çalıştım. Vefatından sonra Habertürk’ten ayrıldım ve ondan sonra televizyonculuk yapmadım.”

Bülend Karpat televizyonculuğu bıraktıktan sonra basketbol dünyasına dönmüş ve dört yıl boyunca Türkiye Basketbol Antrenörleri Derneği genel sekreteri ve genel koordinatörü olarak görev yapmış. Darüşşafaka’da iki yıl sportif direktör olarak çalışmış. Birkaç yıl önce İstanbul’dan ayrılıp Edremit Körfezi’nin şirin beldesi Küçükkuyu’ya yerleşmiş. Yolunuz buraya düşer de, sahilde bir gezintiye çıkarsanız onu bir çay bahçesinde gazetesini okurken veya dostlarıyla sohbet ederken görebilirsiniz.
