Bülent Ünder – İlk Maçında Penaltı Kaçırdı, Jübile Maçında Gol Attı

Genç kuşaklar onu 1996-2000 arası Galatasaray’da Fatih Terim’in yardımcısı olarak tanır, oysa Bülent Ünder’in tamamı Galatasaray forması içinde geçmiş, çok başarılı bir futbolculuk kariyeri vardır. Kendi ifadesiyle kaleci ve stoper hariç her mevkide oynamış tam bir görev adamıdır. Galatasaray’ın 1970-73 arası üst üste üç sezon şampiyon olan kadrosunun vazgeçilmez isimlerinden biridir. Bir müddet evvel, bir belgeselin çekimleri sırasında Bülent Ünder’in de görüşlerine başvurmuş, ardından kendi futbol hayatı üzerine uzun bir sohbet gerçekleştirmiştik. Futbol tarihimizin yetmişli yıllarından ilginç ayrıntılarla dolu bu sohbeti, kesintisiz olarak aktarıyoruz.

Nerede doğdunuz, çocukluk nerede geçti?

16 Nisan 1949, İstanbul Büyükçekmece Kamiloba köyü doğumluyum. Babamlar mübadelede Selanik’ten gelip oraya yerleşmişler. Yedi yaşında köyü terk ettik. Rahmetli babam bizi daha kültürlü, görüş alanı daha geniş bir insan yetiştirmek için köyden çıkartıp Ankara’ya götürmüş. Ankara’da üç-dört sene kalmışız. Sonra İstanbul’a geldik. Orada müteahhitlik yaptı babam. İlkokulun birinci ve ikinci sınıfının yarısına kadar köyde okudum. Ondan sonra Ankara’ya gittik. Yenimahalle’de oturduk.

İlk top oynadığınız yer Ankara mı?

Top oynamaya Ankara’nın sokaklarında başladım. Sonra 60 senesinde buraya, Bahçelievler’e geldik. O zamandan beri buradayız.

Daha Bahçelievler kurulmamış mıydı o zaman?

Biz giderken Ankara’da Yenimahalle, yeni kurulmaya hazır bir yerdi. Buraya geldik, Bahçelievler de yeni kurulmaya hazır bir semtti. Adı üstünde, her evin bahçesi vardı. Her bahçede de en aşağı yedi-sekiz tane çam ağacı bulunurdu. Evler hem müstakildi, hem de iki katlıydı. Öyle üç katlı bina yoktu.

İlkokulu buraya gelince mi bitirdiniz?

İlkokulu Ankara’da bitirdim. Ortaokulu Bakırköy’de okudum. Bakırköy Taşokulu ama Tarık Akan’ın okulu değil. Bakırköy Yenimahalle’de ortaokul vardı. Esas Taşokul orasıydı. Birinci sınıfı Yenimahalle’de okudum. İki, üçü Tarık Akan’ın şimdiki okulunda okudum. Sonra Bakırköy Lisesi açıldı. Lisede ikinci sınıfın sonuna kadar Bakırköy’de okudum, sonra Zeytinburnu İhsan Mermerci’ye gittim.

İlk takım hangisi?

Bende iki tane forma var. Birisi sarı-kırmızı, birisi kırmızı-beyaz. Sarı-kırmızı Galatasaray, kırmızı-beyaz Milli Takım.

Direkt genç takıma mı gittiniz?

Galatasaray’ın seçmelerine girdim.

Nerede yapmışlardı seçmeleri?

Mecidiyeköy’de. O zaman her taraf sahaydı.

Yani ilk lisanslı takım da Galatasaray’dı?

İlk lisanslı takım da son lisanslı takım da Galatasaray’dı. Başka hiçbir forma giymedim.

Ondan önce okul takımında oynuyordunuz herhalde?

Evet.

Mahalle takımı vardı belki?

Mahalle takımı her zaman vardı zaten. Özellikle yaz turnuvalarında Ünverdi sinemasının karşısındaki boş alanda. Aşağı yukarı 5-6 bin kişi maçı seyretmeye geliyordu. Daha biz mahalle maçlarında oynarken Fenerbahçeli Alpaslan’la bizim Bahçelievler takımında birkaç kere oynadık. O zamanki abilerimiz hem benim hem Alparslan’ın çok parlak bir geleceğe sahip olacağını söylemişlerdi. Hakikaten yanılmadılar. Ayrıca Zuhurat Baba vardı. O saha Türkiye’nin futbolcu kaynağıydı. O zamanlar Amatör Kümede, İstanbul’da 50, bilemedin 60 tane amatör takım vardı. O turnuvalardan iki tane futbolcu alan şehir takımı şampiyonluğa oynardı. Öyle yetenekli futbolcular vardı. Çok da yetenek çıktı oradan.

Galatasaray seçmelerine kaç yaşında gitmiştiniz?

14-15 yaşında.

Nasıl katıldınız?

Birisi gördü bizi burada.

Ünverdi’deki sahada oynarken mi?

Yok, burası hep tarlaydı. Her taraf bomboştu. İki tane taş kuruyorduk. Karşılıklı oynuyorduk maçları. Bir ağabeyimiz bizi görmüş. Dedi ki bana, “Oğlum Galatasaray’da seçmeler var. Oraya bir git, bir dene.” Hatta elimden tutup götürdü. Gidiş o gidiş. İlk gittiğimde beni beğenmediler.

Peki ilk günü hatırlıyor musunuz? Çok gelen çocuk var mıydı seçmelere?

Galatasaray seçmelerine o kadar kimse gelmiyordu ki. O zamanlar aileler çocukları pek futbolcu yapmak istemiyorlardı. Onun nedeni de bacakları eğri falan oluyor, okulu ihmal ediyorlar diye. O zamanlar pek cazip bir şey değildi futbolculuk. Sonradan o cazibe kendisini göstermeye başladı.

Peki hemen seçildiniz mi?

Hayır. Beğenmediler. Ben tabii ki seçilememenin verdiği üzüntüyle giderken hocalardan bir tanesi, “Sen bir sene yine bir şeyler oyna. Boyun ufak. Önümüzdeki sene yine gel bakalım,” dedi. Hakikaten boyum ufaktı. Çok çelimsiz bir çocuktum. O arada birkaç amatör kulübe de gittik, beğenmediler. Bir sene sonra yine gittik Galatasaray seçmelerine, nitekim bir sene sonra beni aldılar.

İlk hocanız kimdi?

Selahattin Buda. Ama çok oynamış bir futbolcu değil. O benden çok yaşlı. Ben onun eline düştüğüm zaman kendisi o zamanlar 55 falandı. Aynı zamanda futbol ajanıydı (günümüzde Futbol Federasyonu il temsilcisi). Ama benim futbolda buralara gelmemde Salih Bulgurluoğlu hocamın emeği çok büyük. Tamer Kaptan’ın da emeği de çok büyük ama Salih Hoca’nın emeğini hiçbir zaman kenara atamam. Beni futbola döndüren, futbolcu yapan odur. Bazı sorunlar yaşadım futbol oynarken. Bana destek veren, bana her türlü yolu gösteren Salih Hoca’ydı.

Bülent Ünder, Fenerbahçe’nin Dereağzı sahasında yapılan genç takımlar maçında. Bu maçın ardından, Kaloperoviç ve Metin Oktay tarafından A takımına alınacak.

Siz Metin Oktay’la beraber oynadınız mı?

Metin abiyle oynamadık ama antrenmanlara çıkmıştık. Futbolu bıraktığı sene, Kaloperoviç’le beraber çalıştı. Biri teknik adam, Metin abi de menajerdi; takım menajeri yani o zamanların genel kaptanı. Kendisiyle çok beraber oldum. Benim antrenörlüğe başladığım dönemde bana çok yardım eden, her türlü konuda bana destek veren bir abimizdi. Çok enteresan hatıralarım var. Ben ilk oynadığım maçta penaltı kaçırdım, son oynadığım maçta gol attım. Yani ilk oynadığım maçta penaltı kaçırdım, jübile maçımda gol attım.

A takımına nasıl girdiniz?

Genç takımda oynuyorum o zamanlar. Bizim antrenörlerden bir tanesi de Kaloperoviç’in yardımcısı olan Tasiç. Hakikaten çok zeki bir hocaydı. Nasıl çalışmamız gerektiği konusunda gerçekten çok zekiydi. Tasiç beni çok severdi, çok tutardı. Herkese bir şey söylerdi, bana ayrı konuşurdu. Kaloperoviç’e herhalde, “Bende bir çocuk var, gel bir seyret, A takımı al,” demiş; benim haberim yok. Fenerbahçe’nin Dereağzı’ndaki eski sahasında, yani antrenmanları yaptığı o çamur deryasının olduğu sahada maça çıktık, saat sabah 9. Devre arası soyunma odasına girdik. Ben de yüzümü yıkamak için lavaboya gittim. İçeriden bir ses, Bulent! Bülent diyemiyor. Bu ses yabancı değil diyorum kendi kendime. Bir baktım Kaloperoviç ile Metin abi. Kaloperoviç giyin dedi. Giyindik, aldı beni götürdü. O hafta Göztepe’yle maç vardı. Maçka Tenis Kulübü vardı Beşiktaş’ta. Orada hep beraber yemeğe gittik maç öncesi. Yemeğimizi yedik. O zamanlar otobüs falan yoktu. Mesela sizin arabanız varsa, sizin arabaya dört kişi biniyor, maça gidiyoruz. Yemekten stada gittik. Statta oturduk, işte maçın kadrosunu sayacak Kaloperoviç diye bekliyoruz. Meğer kadro sayılmış ama ben farkında bile değilim. A takımın soyunma odasına girmişim. Öyle heyecan var ki, kalbim tık tık gümbürdüyor. Yanımda da Uğur abi var, Uğur Köken. O zamanki kaptanımız. Herkes soyunurken ben de öyle duruyorum. Uğur abi kalktı, “Oğlum kalksana,” dedi. “Ne oldu ki Uğur abi?” diye sordum. “Oynuyorsun,” dedi. O zaman bende şafak attı. O zamanlar daha sahada ısınma yok. Koridorda ısınıyoruz. Isındık, çorapları giydik. Nasıl giyindik, şortları nasıl giydik, formayı nasıl giydik, hiçbir şeyin farkında değilim. Sahaya çıktık. Göztepe’yle oynuyoruz. Maça başladığımda biraz heyecanımı kaybetmiş gibi oldum. Konsantre oldum maça. 12’nci dakikada bizim bir abimizi düşürdüler. Hakem penaltı verdi. Penaltı verilince ben de kenara çekildim. 18’in kenarında bekliyorum. Dışarıda bir ses. “Bülent atsın, Bülent atsın!” Metin abi kalkmış ayağa, benim için söylüyor, Kaloperoviç’le beraber. Abilerim, “Hadi Bülent, hadi oğlum, Allah utandırmasın,” falan diyor. Biz geçtik, topu diktik. Sırtı dönüp gittik. Şöyle kaleye bir geldim, baktım. Kalede Ali Artuner. Ali abi kaleyi kaplamış. Allah rahmet eylesin, Ali abi kapıyı kapatmış. Kalede boş yer yok. Benim niyetim ayağımın içiyle Ali abinin soluna bırakmak. Çünkü genç takımda da penaltıları ben atıyordum ve vuruş tekniğim oydu. Tam topun yanına geleceğim. Bir iki adım kaldı. Destek ayağımı koyacağım, topa vuracağım. Bir ses, “Bülent dikkat et oğlum!” Bir vurdum topa, avuta gitti. Şimdi neye benziyor biliyor musun? Ben bir foto muhabiriyim. O kadar güzel bir fotoğraf yakalamışım ki. Belki de ödül alacağım. Giriyorum karanlık odaya, filmi tab edeceğim. Filmi yakıyorum abi!

Galatasaray A takımına 1969-70 sezonunda katılan Bülent Ünder, ilk kez sezonun bitimine beş hafta kala, Göztepe maçında forma giydi. Fotoğraf kaçırdığı penaltıyı gösteriyor. (Fotospor/Koray Gürtaş arşivi)

İkinci maç, Altay’la oynuyoruz İzmir’de. Penaltıdan golü yiyoruz. 1-0 mağlup oluyoruz. Penaltıyı yapan da benim. Yani öyle bir başlangıç yapmışım ki. Kaloperoviç, Metin abi ve abilerim çok güzel bunları dokumuşlar. O kadar bana inanmışlar ki, bu çocuk bir şeyler olacak diye. Sekiz maç filan arka arkaya oynattılar. Her geçen gün de üstüne koydum. Ertesi sene de zaten, bütün maçlarda oynadım ve öyle geldik.

O zaman 4-3-3 oynuyordunuz galiba değil mi Bülent abi?

Evet 4-3-3’tü.

Siz hangi mevkide oynuyordunuz o sistemde?

Ben size bir şey söyleyeyim mi… Ben bir kaleci, iki stoper hariç her mevkide oynadım. Ama ideal yerim orta sahaydı. O zamanın ölçümlerine göre ki şimdiki futbolcu kardeşlerimin ölçümleriyle pek mukayese kabul etmeyecek ama yedi kilometre falan koşarmışım. Hem savunmaya hem hücuma destek veren, oyunun her iki yönünü de kullanan, zaman zaman aldatıcı koşularla geriden gelen arkadaşlarıma yer açan bir futbolcu tipiymişim.

Peki ilk maçlarda hep orta saha mı oynamıştınız?

Orta saha. Sonradan farklı yeteneklere sahip olduğum anlaşıldığı için bazen sağ bek oynadım, bazen sol bek oynadım. Hatta santrfor bile oynadım.

Peki bu meziyetler kendi kendine mi gelişti yoksa size yol gösteren hocalar oldu mu genç takımdayken?

Biraz tabii ki kendi öngörümle bazı şeyleri yapmaya çalıştım. Onun faydalarının olup olmadığı konusunda pek bilgi sahibi değildim. Bunun devamında bizim o üç sene arka arkaya şampiyon olduğumuz dönemdeki teknik direktörümüz Brian Birch bana, ‘İngiltere’deki gibi oynuyorsun, İngiltere’de de aldatıcı koşuları yapan futbolcular var,’ diyerek bana methiyelerde bulunuyordu.

Brian Birch, Bülent Ünder, Muzaffer Sipahi ve Mehmet Oğuz’un omuzlarında.

Brian Birch’in ilk sezonunda Coşkun Özarı da vardı değil mi?

Zaten bu üç şampiyonluğunun birincisi Coşkun abi, Brian Birch birlikteliğiydi. Ama patron derseniz patron Coşkun abiydi. Coşkun abiye birinci seneden sonra Milli Takımda görev verildi. Milli Takımı geri çeviremezdi. O gidince Brian Birch tek yetkili olarak kaldı. Fakat şunu açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki o zamanki dönem kadrosu olarak Birch’ten çok şeyler öğrendik. Ben kendi açımdan söyleyeyim, 19 yaşındaydım A takıma geldiğimde. Ben duran topa vurduğum zaman santraya kadar gelmiyordu, önünde düşüyordu. Brian Birch bu zaafımı görmüş olacak ki bana, “Topa yanlış vuruyorsun,” dedi. Yaşım da 20 yani ha. “Topa böyle vuracaksın,” dedi. Topun vuruş şeklini bana gösterdi. Her antrenmandan sonra beni tutuyordu ve uzun top atmama yardımcı oluyordu. İnanın bana, onun bana söylediği vuruş tekniğinden sonra benim vuruşum değişti. Evet, biz topa da vurmasını bilmiyormuşuz.

Sonra Romanya’dan bir teknik adam geldi A Milli Takıma, Petrescu. Aradan bir, bir buçuk ay falan geçti. Petrescu, “Türk oyuncusu koşmasını bilmiyor,” dedi. Herkes ayağa kalktı, teknik adamlar falan, “Ne biçim konuşuyor,” diye itiraz etti. Adam sesini çıkartmadı. Öyle kaldı. Seneler sonra, ben futbolu bıraktıktan sonra rahmetli Metin Türel bir kitap çıkardı. Türk futboluna çok katkıları olan bir hocamızdı. Kitabın başlığını size söyleyeyim mi? “Türk futbolcusu koşmasını bilmiyor”. 15 sene sonra fark etmişiz. Gerçekten hâlâ Türkiye’de, Türk futbolcusu olarak koşmasını bilen kişi yok.

Menajer Turgan Ece şampiyonluk kupasını Brian Birch’e veriyor. Arkadakiler (soldan sağa): Küçük Mehmet Özgül, Büyük Mehmet Oğuz, Bülent Ünder, Metin Kurt, Ekrem Günalp, Yasin Özdenak, masör Kubilay Erginbaş.

Yani nefesi mi yanlış kullanıyorlar?

Hayır. Vücudumuzu yanlış kullanıyoruz. Ben Galatasaray’da çalışırken aldığım ilk kişi koşu antrenörü oldu. Çocukların bir ay sonra, iki ay sonra koşu şekli değişti. Stilleri de değişti. Detaylar gibi gözüküyor ama biliyorsunuz, başarı detaylarda gizlidir. En ufak detayı daha iyi kullanmaya çalışırsanız başarıyı yakalarsınız.

Birch’ten sonra kimlerle çalışmıştınız?

Benim şansıma hep İngilizlerle çalışmıştım. Birch’ten sonra Jack Mansell diye bir İngiliz hocamız geldi. Ondan da çok şeyler öğrendim. Ondan sonra Malcolm Allison geldi. İngiltere’nin en önemli futbolcularından ve teknik adamlarından bir tanesiydi. Ondan da çok şeyler aldık. Zaten futbolcuların bir şey öğrenmesini istiyorsanız veya teknik adam olarak çalışmak istiyorsanız, İngiltere’ye gideceksiniz. Boşuna dememişler, futbol İngiltere’de doğdu diye.

Galatasaray 1972-73. Ayaktakiler: Tuncay Temeller, Aydın Güleş, Mehmet Özgül, Olcay Başarır, Yasin Özdenak, Muzaffer Sipahi. Oturanlar: Bülent Ünder, Kubilay Erginbaş, Mehmet Oğuz, Ekrem Günalp, Korhan Tınaz, Metin Kurt. (Hayat/Koray Gürtaş arşivi)

Bu tek kişilik orta saha oynatan Allison değil miydi? Basında öyle yazılar çıkmıştı o zaman.

Bravo. 5-1-4, evet. Esasında tek kişilik bir orta saha değildi o, ön liberolu bir çalışmaydı. Şimdi iki tane ön libero kullanılıyor. 4-3-2-1, 4-2-3-1 oynuyoruz ya, onun farklı bir versiyonuydu.

Beş savunma oyuncusu mu vardı peki 5-1-4 olduğuna göre?

Esasında 3-5-2’dir o. Kenardaki iki beki oyuna sokarsan 3-5-2 olur. Savunmaya geçtiğin zaman, iki beki geriye getirdiğin zaman 5-3-2 olur.

Aslında zamanına göre bayağı ilerici bir sistemmiş.

Onu yaptığı zaman orta sahaya da genç takımdan bir oyuncuyu yerleştirdi. Şükrü diye Galatasaray Lisesi’nde okuyan çok yetenekli bir futbolcu vardı. Lakabı da Çan Çan Şükrü çünkü çok konuşurdu. Ama işin üstesinden geldi. Bayağı başarılı maçlar çıkardı. Ve o dönemde bu sistemi uygulayarak bayağı da başarılı olduk.

Fakat o zamanki basın bunu pek anlamadığı için bayağı dalga geçiyordu, hatırlıyor musunuz?

Zaten sistemi anlayamayınca bir şeyler yapacak. Tek kişilik orta saha olur mu falan gibi yazılar çıktı. Adam ileriyi görmüş. Zaten İngiltere’de hep yeni teoriler üreten adamdı Malcolm Allison. Bir de lakabı vardı: John Wayne. Aynı o. Malcolm Allison’ın çok önemli bir özelliği vardı. Futbolcuyu asla sıkmayan, baskı altında tutmayan, sosyal yaşantısına yön vermeye çalışan, iyi ve kötü yönlerini gösteren bir teknik adamdı. Kompleksi yoktu. Ne zamanki biz İngiltere’ye bir maça gittiğimizde ona karşı yapılan sevgi tezahürünü görünce Malcolm Allison’un nasıl bir insan olduğunu o zaman anladık. Çok yetenekli bir adamdı. Yaratıcı, hiçbir zaman korkmayan bir adamdı. Maçın içerisinde değil, maçın başlamasına beş dakika kala dahi takımın sisteminde değişiklik yapabilen bir adamdı. İngiltere’de yenilikleri ortaya atan adamlardan bir tanesi de budur. Bir de Brian Clough diye bir antrenör vardı Nottingham Forest’te. Alkolikti ama o baskının altından başka türlü kalkamazsın zaten bu heyecanın altında. Yani çok yaratıcı bir kişiliği vardı.

Çilli Mehmet olarak tanınan Mehmet Özgül’le. (Koray Gürtaş arşivi)

Birch’ten sonra uzunca bir dönem Galatasaray’ın şampiyonluğu yok.

Birch’ten sonra aşağı yukarı 13-14 sene şampiyonluğumuz yok. Hatta Galatasaray o seneler çok tehlikeli günler yaşadı. Son maçlarda falan kurtardı.

Bütün İstanbul takımları öyleydi o zamanlar.

Aynen. Üç büyüklerin hepsi tehlike çemberi içerisine girmiştir ama kurtarmıştır.

Peki ekonomik sıkıntılardan mı kaynaklanıyordu bu durum?

O zamanlar ekonomik sıkıntı herkeste var, zaten para yok ki. Aldığımız bir şey de yoktu o zamanlar. O zamanlar bir forma aşkı, meslek aşkı, bir gurur vesilesiyle kimse bir şey istemezdi. Yani yöneticiden biz para istemeye utanırdık ya. Utanırdık hakikaten. Çünkü o zamanki şartlarda mukavelelere ne yazılacağını bilmiyorduk. Mesela ben ilk profesyonel olduğumda iki senelik mukavele imzaladım. Ne kadar para aldığımı da hatırlamıyorum. Bu iki senelik mukavelenin sonunda kulüp seni mukaveleye davet ediyor. Belirli bir para veriyor. Diyor ki ben sana 50 lira vereceğim. Eğer siz 50 lirayı kabul etmiyorsanız, iki senelik maaş tutarında senin mukaveleni iki sene daha uzatabilirim. Bu çok futbolcu aleyhine bir şey. O zamanlarda aldığımız maaş ya 1000 liraydı ya 1200 lira falandı. 600 lira prim alırdık. Zaten o zamanki sahaların nasıl olduğunu tahmin ediyorsun. Ben İnönü Stadı’nda mı diyeyim, Mithatpaşa mı diyeyim, çok isim değişikliği yaptı çünkü. Ben ayakkabımı kaybettim orada. Bir kırmızı çamur vardı o zamanlar. Yağmur yağdığı zaman yürümek imkansız. Formalar merserize. Yağmur yedi mi 200 gramlık merserize forma bir kilo oluyordu. Toplar 650 gram. Suyu emdikçe oluyordu dört kilo. Gel de o topa kafa vur. Çok zor şartlarda maç oynadık biz. Bir ayakkabıyla sezonu bitiriyorduk, o da Dinyakos. Hoca devre arası taktik veriyordu. Biz bir elimizde çekiç, bir elimizde o demir parçası. Çıkan çivileri geri çakıyorduk yani. Tabanlarımız delik deşikti.

13 Eylül 1972’de, Galatasaray’ın Bayern Münih ile 1-1 berabere kaldığı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur ilk maçında, Bülent Ünder takımını 1-0 öne geçiren golü, Sepp Maier’in koruduğu kaleye atıyor. (Milliyet)

İyi ki tetanos falan olmamışsınız.

Demek ki çok sağlıklı bir şekilde yaşıyorduk ki kötü bir şey olmadı. Hiç unutmuyorum, Adana’da oynuyoruz. Adana’nın yağmurunu bilirsiniz. Adana’nın yağmuru bir düştü mü mümkün değil, hiç bir şey yapılmaz. Orada o zaman çim var ama Arap çimi diye bir şey. Zeminin bir bölümü de su birikintisi içerisinde. Bende de yatarak top alma özelliği var. Adanasporlu arkadaşlardan bir tanesi geldi. Ben bir yatayım, topu keseyim dedim. Yatarak kestik ama topla beraber o göletin içerisine girdik. Kalkamadım. Kalkamadım, forma ağırlaşmış. Böyle kalkıyorum aşağıya çekiyor beni, böyle kalkıyorum aşağıya çekiyor beni. Bataklık gibi. Kulakları çınlasın, bizim Aydın Güleş abimiz geldi, çıkarttı beni oradan. “Seni ölümden kurtardım,” dedi! Öyle esprilerimiz de var sahanın içerisinde.

O yatarak müdahale o zamanlar daha pek yaygın değildi galiba.

O zamanlar bir tek kişi yapıyordu, Schwarzenbeck yapıyordu Almanya’da, Bayern Münih’de. 25 metre kayıyordu, topu faul yapmadan alıyordu.

Siz kendi kendinize mi geliştirdiniz müdahale becerisini?

Onu gördük. Onu gördüğümüz için uygulamaya başladık. İlk seyahatimi Almanya’ya yaptım galiba. Bayern Münih’le buradaki maçta 1-1 beraber kaldık, oradaki maçta hezimet oldu. Zaten Alman Milli Takımının yarısı Bayernli futbolculardı.

Yani efsanelere karşı oynadınız o zaman.

Ben Beckenbauer ile oynadım, Müller ile oynadım, Rivera ile de oynadım. İtalyanların biliyorsun en büyük sporcuların bir tanesidir. Milletvekili de oldu. Capello ile oynadım, İtalya’da, Napoli’deki maçta, berabere kaldığımız milli maçta oynadım. Riva, Capello, kaleci Dino Zoff, sol tarafta Fachetti vardı. O takımla 0-0 berabere kaldık.

Bayern Münih’in efsanevi santrforu Gerd Müller, Galatasaraylı futbolcularla birlikte sahayı terk ediyor.

Söz o maça gelmişken, siz İtalya’ya gitmeden önce o sonucu tahmin ediyor muydunuz? Beklenti neydi genel olarak?

Şimdi maçın neticesi böyle olunca beklenti vardı, biz biliyorduk zaten diyebilirim ama hayır. İtalya Napoli’deki maçta dünya ikincisi unvanıyla çıktı karşımıza. San Paolo Stadı’nın etrafı bir metre genişliğinde su kanallarıyla kaplıydı. Çok ateşli bir seyircisi vardı o zamanlar, tribünden atlıyorlardı. Seyirci atlayıp sahaya girmesin diye o önlemi almışlar herhalde. Böyle bir stat orası. Tamamen dolu stat.

Siz sahaya çıktığı zaman ne hissettiniz, herhalde birkaç tane yeriz diye düşündünüz mü?

Şimdi, o zamanlar seyahatlere giderken herkes bize eliyle beş işareti yapıyordu. Söylemekte sakınca görmüyorum. Gerçekler böyledir. Ama o maçta iyi oynadık biz yalnız. İtalya da herhalde biz nasıl olsa bunları yeneriz küçümsemesi içerisindeydi. Bir beraberlik çıkarıverdik oradan.

Napoli’de İtalya’yla berabere kaldığımız maçta Özer Yurteri (3), Muzaffer Sipahi ve Bülent Ünder, Chinaglia’nın bir hücum girişimini önlüyorlar. (Milliyet)

Sabri Dino herhalde hayatının maçını oynadı o gün.

Süper oynadı, süper oynadı. Herkes süper oynadı. Osman abi, Fenerbahçeli santrfor; beş dakika oyuna girdi, gözü şişti. Böyle bir fedakârlıkla oynadık yani. Güzel bir maçtı. O zamanlar dışarıda böyle çok önemli takımlara karşı – futbolun başlama yatağı bu İtalya. Yani İtalya’yla berabere kalmak gerçekten onur verici bir şeydi. Bayağı bir methiyeler dizildi. Bizim hakkımızda yazılar yazıldı. Ben de o zamanlar dünyanın en iyi futbolcusu Rivera’yı tutuyordum. Markajımı çok beğenmiş İtalyanlar, ondan bahsettiler. İlk defa böyle bir markaj uygulayan oyuncu gördük falan dediler. Top onlara geçtiği zaman, Rivera’nın peşine takılıyordum. Hep yakaladım kendisini. Top bize geçtiği zaman, ben oynamaya çalışıyordum. Böyle bir markaj formülünü çıkartmıştık ortaya.

Evet, o zamana kadar genelde bekçi gibi başına birisi dikiliyordu, adam nereye giderse o da oraya gidiyordu.

Hani derlerdi ya, “Oğlum, adamın dışarı çıkarsa sen de çık” – onu yapmadım ben. Ama kimse de bir şey söylemedi bana. Yalnız Coşkun abi maçtan bir gece evvel takım kadrosunu yaptıktan sonra bizim odaya geldi. Ben takımda oynayıp oynamayacağımı daha bilmiyorum ama. Hiç birimiz bilmiyoruz. Takım açıklanmamıştı. “Sinek, yarın hazır ol,” dedi. Bana sinek derdi. Sinek gibiydik çünkü! Abilerimizin yanında ben sinek gibi kalıyordum. “Sinek yarın dikkat et,” deyince bütün uykumuzu da kaçırdı!

Napoli’deki maçta görev yapan futbolcular, İtalyan seyircisinin alkışlarına karşılık veriyorlar.

Yalnız o zamanlar çok istikrarsız sonuçlar alıyorduk. Mesela aynı grupta Lüksemburg vardı, gittik orada 2-0 yenildik.

Lüksemburg’u yenseydik, bu beraberlik bizi Dünya Kupası’na götürecekti.

Lüksemburg maçında oynamış mıydın?

O maçtan sonra Coşkun abi beni takıma aldı.

Herhalde orada küçümsediler rakibi, tahmin ediyorum. Yoksa yenemeyeceğimiz bir takım değildi Lüksemburg.

Tabii ki değildi. Bazen para yazı tura gelmiyor, dik geliyor. Onlar için şans ama. İki tane pozisyon buldular, ikisini de gol yaptılar. Oluyor bazen öyle maçlar işte. Dünya Kupası’na katılma statüsü şimdiki gibi olsaydı zannederim bizler o kadroyla o turnuvaya katılabilirdik. Çünkü çok yetenekli futbolcular vardı. Biliyorsunuz bir takımın oluşmasında en önemli şeylerden birisi birbirinin hatasını telafi eden, birbirine yardım eden futbolcu grubunun olması. O grubu Allah rahmet eylesin Coşkun Özarı abimiz – bakın Coşkun abiye biz hoca diyemedik. O kadar güzel yaklaştı ki bize hep abi diye hitap ediyoruz. Coşkun abi de hiç yadırgamadı abiliği, kabul etti. O kadar güzel bir sevk ve idare içerisindeydi ki, kendisi Galatasaraylı olmasına rağmen Milli Takım kadrosunda olan bütün futbolculara aynı yakınlığı gösteren bir abimizdi. Eğer spor yazarlığından ziyade teknik adamlık statüsünü devam ettirebilseydi ben diyebilirim ki Galatasaray’da bir Alex Ferguson olabilirdi. Çok sevilen, sayılan, futbolcu psikolojisini bu kadar iyi bilen bir teknik adamla ben hiçbir zaman çalışmadım.

O zamanın futbolcuları şimdi olsaydı, o zamanın futbolcuları şu andaki jenerasyonun imkanlarına sahip olsaydı, zannederim çoğumuz Avrupa’ya giderdik. Atletico Madrid’le oynadığımız Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçı vardı. O zaman Şampiyonlar Ligi yoktu. Atletico Madrid’de orada 0-0 beraber kaldık. Burada geldik, uzatmalarda 1-0 mağlup olduk. Atletico Madrid’in hocası İtalyan Lorenzo’ydu. Bana transfer teklifinde bulundu fakat ben teklifi aldıktan bir müddet sonra bir menisküs vakası geçirdim. O vakadan sonra kendimi toparlayamadım. Ve maalesef o dışarıya çıkma şansını kullanamadım. Ama şu andaki dönemde bizim zamanındaki futbolcular olsaydı, çoğu Avrupa’ya giderdi.

Bülent Ünder ve takım arkadaşı Korhan, masör Kubilay Erginbaş nezaretinde güçlenme çalışması yapıyor.

Metin Kurt’un başını çektiği, Turgan Ece ile galiba bir sürtüşme vardı. Birkaç futbolcu kadro dışı kalmıştı.

Aslında o olayı da biraz fazla abarttılar gibi geliyor. İşte o olaydan sonra Metin Kurt, Mehmet, Yasin, Ekrem, Enver diye bir futbolcu kardeşimiz daha vardı, onları kadro dışı bıraktılar. Ama o kadro dışı kararı bize Türkiye Kupası’nı kazandırdı. Onlar olmadan biz Trabzonspor’u yendik finalde. Final o zamanlar tek maç değildi. Karşılıklı maçlardı. Trabzon’da 1-0 mağlup olduk. Burada 1-0 kazandık. Maç uzatmalara gitti. Uzatmalarda da netice almadık. Penaltılara geçildi. Penaltılarda 5-4 maçı kazandık. Ama belki de dünyada bir maç sürecinin bu kadar uzun geçtiği bir maç daha yoktur. Maç kaç saat sürdü, tahmin edebilir misiniz?

Normalde iki buçuk, hadi bilemedin üç saat.

Dört buçuk saat sürdü. Neden? Biz oyuna başlarken elektrik kesiliyordu. Elektrik gelince lambaların ısınmasını beklememiz lazım. Aşağı yukarı bir yarım saat öyle bekliyorduk. Oynuyorduk. Üç dakika sonra, dört dakika sonra yine elektrik kesiliyordu. Dört buçuk saat sahada kaldık. En son da penaltı atışı yaptık. Hem maçta golü ben attım hem de penaltıda ilk golü ben attım. Ve kupayı kaldırdık.

Şenol Güneş’le ilginç bir mücadele anı.

Son maçımda gol attım dediniz. Herhalde Fenerbahçe’yle oynadığınız jübile maçıydı.

Fener’le oynadık. Ben jübileye karar verdiğimde hangi takımla yapacağımı düşünürken, Cemil’le bir konuşayım bakayım dedim. Fenerbahçe kulübü başkanı Faruk Ilgaz’dı. Kendisini rahmetle anıyorum. Hakikaten bana çok büyük iyilikleri oldu. Cemil söylemiş. Gelsin, konuşalım demiş. Randevu verdiği gün Fenerbahçe kulübüne gittim. Kendisine derdimi anlattım. “Ne demek oğlum, senin gibi bir oyuncuya jübile yapmayacağız da kime yapacağız?” dedi. Çok büyük bir mutluluktu. Ve jübilemi Fenerbahçe’yle yaptım. Maçta beş dakika mı, yedi dakika mı ne oynadım. 5’inci dakikada gol attım. Yani ilk maçımda penaltı kaçırdım, son maçımda gol attım. Hani jübilesinde gol atan oyuncu sayısında belki de tekim.

Futbolu bıraktıktan sonra ne yaptınız Bülent abi?

Futbolu bıraktıktan sonra, bir süre spor yazarlığı yaptım. Tercüman’da futbol yazıları yazıyordum. Osman Hattat Galatasaray yönetim kurulu üyesiydi. Osman Hattat’a altyapıyı vermişlerdi. Rahmetli Yılmaz Gökdel abim de beni çok severdi. Oynadığım maçlar içerisinde bana çok büyük yardımları dokunmuştu. Hatta antrenörlüğe geçişim de onun sayesinde. Çağırdı beni tesislere. “Bülent genç takımı sana vereceğim,” dedi. Şimdi bende diploma yok. Tamam futboldan geldik, güzel şeyler yaptık, hiç kimsenin görmediği başarılara imza attık ama antrenörlük farklı bir şey.

Bir şeyler yapmak lazım. Çıktım antrenmanlara. Üç antrenmandan sonra ben Yılmaz abiye, “Hocam bu böyle olmuyor,” dedim. Niye dedi. “Ben şimdi topa vuruş tekniği vereceğim, yapamam ki,” dedim. O aralar bir C kursu vardı. C kursuna girdim. Sonra B, A falan derken UEFA Pro lisansı aldık. Ondan sonraki dönemde genç takımda çalışmaya başladım. Aşağı yukarı dört beş sene çalıştım. Bayağı bir yıldızlar çıkardık. Beş-altı futbolcuyu genç takımdan A takıma monte ettik. Bunlardan iki tanesi uzun süreli verimli oldu: Bülent ve Tugay. Ondan sonra bir dönem İngiltere’ye gittim. Aşağı yukarı altı-yedi ay bir futbol araştırması yaptım kendimi geliştirme konusunda. Ondan sonra Türkiye’ye geldim ve antrenörlüğe devam ettim. Sonra Futbol Federasyonu’nda bölge antrenörlüğü yaptım. Sonra Genç Milli Takım’da araştırmacı olarak çalıştım. Ondan sonra Fatih’le beraber Galatasaray’a döndük.

Fatih Hoca mı istedi sizi?

Evet.

Siz 96-2000 arası beraber çalışırken nasıl bir görev dağılımı vardı? Mesela rakip maçları siz mi izlerdiniz?

Türkiye’deki maçlara da gidiyorduk ama Avrupa’daki maçların çoğuna ben gittim. Hepsinde karşı takımın analizini yaptım. Analizini geldik kendisine anlattık. Beraberce bazı şeylerin kararını verdik. Yalnız çok ama çok iyi bir ekiptik biz. Bazen dudaklar değil, gözler konuşuyor. O gözlerin konuşması çok önemli.

UEFA Kupasını almadan önce de Avrupa’da iyi bir sezon yaşamıştınız.

Zannediyorum UEFA Kupasını kazanmadan bir sene evvelki grup maçlarında Juventus, Rosenborg ve Atletich Bilbao vardı. Bu dörtlü grup içerisinde son maça kadar finali getirebilecek bir takımdık. Fakat üç tane takım 8 puanlıydı. Juventus 8 puan, biz 8 puan, Rosenborg 8 puan. Bir takımın Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne katılma şansı vardı. Bilbao’daki son maçta bunu kaybettik. Eğer şimdiki gibi iki takımın katılacağı bir grup olsaydı biz o zamanlar Şampiyonlar Ligi’nde devam edecektik. Averajla maalesef gruptan birinci çıkamadık. Ama çok büyük tecrübe yaşadık. O tecrübeler bize bir sene sonra UEFA Kupasını getirdi.

UEFA Kupasını kazandığınız sezon da önce Şampiyonlar Ligi’nde başlamıştınız değil mi?

Şampiyonlar Ligi’nde başladık ve grubun son iki maçına kadar bir puanımız vardı. Grupta Milan, Hertha Berlin ve Chelsea vardı. Son iki maç Hertha Berlin ile deplasmanda, Milan ile İstanbul’da oynayacağız. Berlin’de ilk devre 1-0 mağlubuz, ikinci devre 4-1 galibiz ve ümit ışığını İstanbul’a taşıdık. İstanbul’da ilk devre 1-1 bitti. Sonra Milan 2-1 öne geçti. 90’da 2-2, 90 artı 2’de 3-2 ve biz grup üçüncüsü olarak UEFA Kupasına gittik. Orada elemeli maçlar yaptık. Ve oynadığımız takımlar o dönemin önemli takımları. İtalya’dan Bologna, arkasından Borussia Dortmund, arkasından Mallorca, arkasından Leeds. Gol atamadığımız tek maç var. Buradaki Dortmund maçı 0-0 bitti. Hiç mağlubiyetimiz yok. Hep yenerek finale geldik. Finalde de benim çocukluğumdan tuttuğum bir takımdır Arsenal. Hâlâ da tutarım Arsenal’i. Yalnız yarı finaldeki Leeds maçıyla ilgili çok güzel bir anım var. Onu anlatmak isterim. Leeds United’ın Leicester ile oynayacağı lig maçını seyretmeye gittim. Londra’da uçaktan indim. Pasaport polisi bir kadının pasaportunu inceliyor. Kafasını bir kaldırdı, aramızda da aşağı yukarı 50 metre var. Kadına hiçbir şey söylemeden pasaportunu verdi, kadın gitti. Ben de ağır ağır elimde çantamla yürüyorum. Polis, “Welcome to Galatasaray” dedi. Arkama döndüm acaba birisi mi geliyor diye. Baktım kimse yok. “Ben Arsenalliyim ama gönlüm sizinle,” dedi. “Bu turu geçerseniz Arsenal’i yener, kupayı alırsınız,” dedi. “Beni nasıl tanıdınız?” diye sordum. Saçımı gösterdi. “Beyaz saçından tanıdım,” dedi. Atatürk Havaalanı’nda bir arkadaşa rastlamıştım. Bana altın rozet vermişti. Polis öyle söyleyince ben de çıkardım rozeti, onun yakasına taktım. Aradan 15 gün geçti. Leeds bu sefer Crystal Palace’la oynuyor. Baktım aynı polis, rozet duruyor yakasında. Yani sadece Türkiye’de taraftarımız yok, dışarıda da taraftarımız var.

Final maçına çıkarken şampiyonluğun geleceğini hissediyor muydunuz?

Şimdi o anları anlatmak biraz zor tabii ama bir şeyler yapacağımızı hissediyordum. Takımımız belki de Galatasaray Futbol Kulübü’nün en önemli takımlarından bir tanesiydi. Artı çok iyi çalışan, taktiksel verileri çok iyi yerine getiren, taktiksel verilerde sahanın içinde değişiklik yapabilen bir takımdı. Her türlü sistemi uyguluyorduk. Sahanın içerisinde bazen 4-3-3 oluyorduk, bazen 2-5-3 oluyorduk, 3-5-2 oluyorduk. Yani çok değişik oynuyorduk. Finalde de Arsenal’e göre önlemlerimizi almıştık ama bir şey var. biz buraya hep kendi futbolumuzu oynayarak geldik. Bu maçta da kendi taktiksel verilerimize göre oynayacağız dedik. Aldığımız en önemli karar buydu. Ve karar cuk yerine oturdu. Tafarel’in kurtardığı golden sonra artık kupanın bize geleceğine inancımız biraz daha yükselmişti. Penaltılarla maçı kazandık ve UEFA Kupasını Türkiye’ye taşıdık. Ve bunun onurunu hâlâ yaşıyoruz.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.