Basketbol tarihimizin önemli yıllarına tanıklık etmiş sporculardan Çetin Akşenkal’ı 9 Aralık’ta kaybettik. Galatasaray’ın yıldız takımında basketbola başlayan, genç takımda Türkiye şampiyonluğu yaşayan Akşenkal, subay olduğu için spor hayatına A takım düzeyinde Harp Okulu’nda devam etmişti. Kendisiyle basketbol tarihimizi ele alan çeşitli kitaplar vesilesiyle birkaç kez görüşüp renkli anılarını dinlemiştik. Bu görüşmelerde kayda aldığımız anılarını paylaşıyoruz.
1937’de İstanbul’un Ayaspaşa semtinde dünyaya gelen Çetin Akşenkal, kendisinden iki yaş küçük olan ve basketbol aleminde Çaça Metin olarak tanınan kardeşiyle birlikte basketbola nasıl başladıklarını anlatıyor öncelikle: “Evimiz Teknik Üniversite’nin karşısındaydı. Oradaki salonda maçlara giriyorduk. Bedava girelim diye kardeşim Metin’le birlikte salonun odacısı Halim abinin gazozlarını satıyorduk. Biz evvela Fenerbahçe takımında antrenmana çıktık. Genç takımın antrenörü Önder Dai bizi gördü, antrenmana çağırdı. Vapura binip Kadıköy’e geçtik. Kadıköy açık hava sahasını bilmem ki. Sora sora gittik. Orada bir maç oynadık, lisans çıkacak ama biz ortaokul talebesiyiz. Evin haberi yok. Oraya gidip gelmemiz zor. Sonra Teknik Üniversite salonunda Yalçın (Granit) abiyi gördük. Sizi Galatasaray’a alalım dedi. Böylece Galatasaray yıldız takımına girdik.”

1953-54 sezonundan itibaren Galatasaray yıldız takımında oynamaya başlayan Akşenkal’a, ‘Babanız spor yapmanıza kızar mıydı?’ diye sorduğumuzda gülerek bir anısını anlatıyor: “Babamdan çok annem kızardı, dersleri aksatmamızı istemezdi. Şimdi kaçak kaçak oynuyoruz. O zaman Türkiye Spor diye günlük bir gazete var. Biz Fenerbahçe’yi 25-21 yenmiştik. Gazetede şöyle bir yazı: Galatasaray, Akşenkal kardeşler sayesinde Fenerbahçe’yi yendi. Bu gazete bizim eve girmez, komşular anneme göstermiş. Böylece annemin haberi oldu, ondan sonra çoraplarımızı, şortlarımızı filan yıkadı. Maçlara hep haberli gittik.”
Çetin Akşenkal’ın basketbolla tanıştığı yıllar, Türkiye’nin de savaş sonrası ABD ile ilişkilerinin yoğunlaştığı döneme denk geliyor. İstanbul’u ziyaret eden Amerikan savaş gemilerinin, Türk basketbolunun gelişmesine yaptığı katkıyı şu sözlerle ifade ediyor: “Biz çocukken limana meşhur Missouri gemisi gelmişti. Ondan sonra da sık sık Amerikan gemileri geldi. Onların basketbolun gelişmesine epey faydası oldu. Osman (Solakoğlu) abi onlarla hep maç alırdı. Onlar hep malzeme bırakırdı; ayakkabı, top. Bazen isterdik verirlerdi, bazen de çalardık. Bir gün Kelle Tuğrul bir çift ayakkabı çalmış, ikisi de sol!”
Çetin Akşenkal’la albümündeki fotoğraf ve gazete kupürlerine bakarken bir kupür dikkatimizi çekiyor. Modasporlu Yüksel Alkan’ın ilk jump-shot atan basketbolcu olduğunu okuyunca, ondan evvel nasıl şut atıldığını soruyoruz. “Zıplamadan tek el, çift el. Sacit (Seldüz) abi tek el, Yalçın abi çift el atardı. Biz atarken ayağımızı yerden keserdik. Cemşatın özelliği şu: zıplayacaksın, en tepe noktasında duracaksın, atıp aşağı düşeceksin. Bizim zamanımızda çembere bir Baba Özer (Salnur) değerdi. Öyle smaç filan yoktu. Smaç vurana belki de faul verirdi hakemler o zaman. Öyle şeyler yoktu, bilmiyorduk. Yalçın Granit, üstünde el varsa bir adım geriye çekilir, öyle şut atardı. Onun hem sağ hem sol elle attığı hook-shotları çok iyiydi.”
1953’ten 1956’ya kadar Galatasaray yıldız ve genç takımlarında oynayan Çetin Akşenkal, 1955-56 sezonunda Türkiye gençler şampiyonu olan kadroda yer almış. Bu dönemde Genç Milli Takım kadrosuna da seçilen Akşenkal, eğitimine Kuleli Askeri Lisesi’nde devam edip, sonunda subay olunca Galatasaray’a veda etmek zorunda kalmış. Bu süreci şöyle anlatıyor: “Ben liseye Beyoğlu Lisesi’nde başladım. Orada bir sene okuduktan sonra 10’uncu sınıfta Kuleli’ye geçtim. Galatasaray’da A takıma geçeceğim sırada Harbiye’ye gittim. Zaten kalsam da oynayamazdım. Yavuz Demir, Ercan Devekuşuoğlu, kardeşim Çaça Metin, Savan Zorlu, Ayhan Kahyaoğlu – genç takım olduğu gibi yedi kişi A takıma geçti. Bir de eskiler var orada; Yalçın abi, Üner abi falan. Biz orada yer bulamadık. Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde okurken okul Hasnun Galip’e yakındı. Kulübe gidip gelmekten çaktım orada. Kuleli’ye lise ikinci sınıfta girdim ama Galatasaray’da bir sene kaçak oynadım. Ankara’ya; Türkiye şampiyonasına gideceğiz; genç takım diye yazdı Osman abi, biziz. Okul milli takım zannetti. İstanbul basketbol ajanı Yarbay Sıtkı Göktürk bizim spor hocamızdı. Osman abi federasyon genel sekreteri, edebiyat hocam da hakem. Spor hocam, ‘Çetin bak yakalanırsan beni ordudan atarlar,’ dedi. Ben, ‘Böyle giderse ordu takımına girerim, bir gün de size borcumu öderim,’ diye bir laf etmiştim. Gittim Türkiye şampiyonasına, yakalanmadık. Hemen arkasından Harbiye’ye gittim. Ordu takımına girdim. Nice’e gittik, kafile başkanı hocam. O da Ankara’ya tayin olmuştu. Çok zor bir Yunanistan maçı oynadık ve kazandık.”

“Harbiye takımında fundamentali en iyi olan bendim. Neden? Galatasaray’da yıldızdan başlayıp genç takıma kadar oynadık. Galatasaray yıldız takımında İstanbul şampiyonu, Galatasaray genç takımında İstanbul ve Türkiye şampiyonu olduk. Ben zaten hazır geldim. Kuleli’de okurken Genç Milli Takım idmanlarına gidiyordum. İzin aldılar okuldan. O zaman askeri okuldaki bir talebenin Genç Milli Takıma girmesi büyük bir olaydı. Amerikalı bir antrenör vardı, fundamentali iyi öğretirdi. Yugoslavlar ile bir maç olacaktı, onlar gelmeyince iptal oldu.”
Deplasmanlı Türkiye Ligi’nin henüz kurulmadığı bir dönemde, 1956-1961 yılları arasında, Ankara Ligi’nin iddialı takımlarından Harp Okulu’nda oynayan Çetin Akşenkal, ismi bu takımla özdeşleşen Mehmet Ali Yalım için şunları söylüyor: “Harbiye 1951-52’de Türkiye şampiyonu olduğunda Yalım abi oynuyordu. Ben 1957-58’deki Türkiye şampiyonasında Yalım abiyle oynadım. Ordu Takımına beraber gittik; hem antrenör, hem kaptandı. Bu adam benden sonra da devam etti, olacak şey değil. En son askerlikten emekli olduktan sonra ODTÜ’de oynadı. Orada öğretmendi. Yalım Hoca Galatasaraylıdır. Galatasaray özel turnuvalara gittiğinde onu götürürdü. Yalım abi devlet memurudur, izin alması lazım. Almadan gittiği için, sivil takımda oynadığı için bir sene geç terfi etti. Çok komple sporcuydu. Kaleciliği var, voleybolcu, atlet. O zamanlar açık havada hentbol oynanıyor, futbol sahasında. Çok iyi hentbol oynardı.”

1951 ve 1952’de Türkiye şampiyonu olan Harp Okulu’nun, bu başarıları kazanmasında Galatasaraylı basketbolcuların rol oynadığını şöyle anlatıyor Akşenkal: “Harp Okulu’nda oynaman için orada görev yapman lazım. Ali Uras 1951’de askere alındığında önce Yedek Subay takımında oynuyor. Sonra Ali abiyi doktor olduğu için Harp Okulu’nun revirine aldılar. Bir de şöyle bir kanun vardır, başka askeri birlik yoksa merkezde oynuyorsun. Sonra Yedek Subay takımı kaldırılınca bütün yedek subaylar Harbiye’de oynadı. Ben 51’de maçı seyrettim orada. Galatasaray’ın Yenilmez Armada unvanına son verdi Harp Okulu. İki kişiyle mahvetti Yenilmez Armada’yı, Ali Uras ve yine Galatasaraylı Cemil Sevin ile.”
Ellili yılların özellikle ilk yarısında, Ankara basketboluna Mülkiye ile Harbiye arasındaki büyük rekabet damga vurmuştu. Bu rekabet bir ara öyle bir safhaya varmıştı ki, Şubat 1953’teki Mülkiye-Harbiye maçı kavga çıkmasın diye, İstanbul’daki Teknik Üniversite salonunda oynanmıştı. Bu maçların önemli bir kısmında yer alan Akşenkal, o günleri şöyle anlatıyor: “Mülkiye-Harbiye maçlarında ne kavgalar, ne dayaklar olurdu. Fener-Galatasaray rekabetinin üstündeydi. Ankara’da o zamanlar Mülkiye salonundan başka spor salonu yok. Seyirciler balkondan seyrederdi. Salonun kenarında tırmanma halatları vardı. Kavga çıktığı zaman Harbiyeli öğrenciler halatlara atlayıp aşağı iner, kavgaya karışırdı. Ankara’da en çok şampiyon olan Harbiye ve Mülkiye’ydi. Sonradan Kolej ve Ankaragücü de geldi. Kolej Armağan Asena’nın antrenör olmasından sonra şampiyon oldu. İhtilalden sonra Harbiye’yi çektiler, girmedi müsabakalara. Bir ara Muhafızgücü şampiyon oldu. Zaten Harbiye girseydi, ben ordudan ayrılmayacaktım. Ben yüzbaşılıktan ayrıldım. Spor hocası olacaktım, Yalım hocanın peşinde gidecektik. Olmayınca, 1969’da mecburi hizmetim bitti, ayrıldım.”

1961’de basketbolu bırakan Çetin Akşenkal, 1963’te Yunanistan’da yapılan Dünya Ordulararası Şampiyonası için Ordu Takımı kadrosuna alınmış. O zamanlar bütün maçlar bir yana, Yunanistan’la yapılan maçlara ne kadar önem verildiğini ondan öğreniyoruz: “Beni abi diye götürdüler. Bir buçuk senedir oynamıyordum, antrenman yok. Metin yeni asker, benim yerime o oynuyor. Selanik’te açık havada oynuyoruz. Dörderli iki grup yapmışlar. Bizim grupta Yunanistan, Mısır, Suriye vardı. İlk maç Yunanistan’la. Kampı Kuleli’de yapmıştık, asfalt sahası vardı. Yalçın Granit yedek subaydı, antrenörümüzdü. Yunanistan maçının ilk haftaymı 13 veya 16 sayı gerideyiz. Kafile başkanı denizci bir kurmay albaydı. Soyunma odasına geldi. Yalçın abi konuşacaktı. ‘Bir dakika koç,’ dedi. ‘Ben şeref tribününde oturamıyorum, ne yapacaksanız yapın. Hocam düzgün oynat şu çocukları. Bu bir Türk-Yunan savaşı,’ diye konuşup çıktı odadan. Yalçın abi eline tebeşir almıştı taktik vermek için. Attı tebeşiri. ‘Bana ne ulan! Ben bir yedek subayım. Siz hepiniz muvazzafsınız, devletten maaş alıyorsunuz. Çıkın oynayın, ne b.. yerseniz yiyin!’ dedi. İkinci yarıda ya 13 ya 16 sayıyla kazandık.”
“Ertesi gün Mısır maçı vardı. İlk devrenin ortalarında çat diye bir ses geldi. Ersan (Salihoğlu) yerde, ağzı burnu kan içinde. Ne hakemler gördü ne biz. Fakat CSIM başkanı tribündeydi, sahaya indi. ‘Ben gördüm, Mısırlı oyuncu yumruk attı,’ dedi. Meğer Ersan ona parmak atmış. O da ona yumruğu geçirmiş. Mısırlı ihraç edildi. Fakat adam sahadan çıkmıyor. 16-3 öndeyiz. Çekildik kenara bekliyoruz. O arada Mısır’a, başkan Nasır’a telefon etmişler. O da maça çıkmayın demiş. Hakem oyunu başlattı ve tatil etti. Bunun gecesi var. Üniversite kampüsünde kalıyoruz. Koridorun başında hangi millet kalıyorsa onun bayrağı var. Bir geldik, bizim bayrak yok. Bir kulis muvazzaf subaylar arasında, erler ve yedek subayları katmıyoruz. Baktık Mısırlılar arkadan yangın merdiveninden geliyor. Hemen seremoni bayrağını aldık. Sabri takım kaptanıydı. Nöbet yazdık. Sabaha kadar koridorun başında nöbet tuttuk. Suriye maçında Ünal (Büyükaycan) boş bir turnikeyi kaçırdı. Kaçırınca kendi kendine kızıp, ‘Ha s…!’ dedi. Yunanlı hakem bunu duyunca onu oyundan attı. Sonraki maça onsuz çıktık. Belçika ile oynuyoruz, yensek üçüncü olacağız. Orada üçüncülüğü kaçırdık. İhtilalden sonra da Ordulararası Dünya Şampiyonası kalktı. Yalnız Belçika’daki NATO karargâhına gidip orada oynuyorlardı. Seyirci yoktu.”

Çetin Akşenkal basketbol camiasında iyi savunma yapmasıyla tanındığını belirtip bu konuda bir örnek veriyor. “1958’deki Türkiye Şampiyonası’nda Fenerbahçe’yle oynadık. Can Bartu 30 sayı atıyor herkese. Fenerbahçe maçında Can’ı tuttum, 9 sayı attı. Altı sayıyla kaybettik maçı. Bizim takımda Yılmaz 30 sayı attı.” Spor yaşamının son bir yılında İzmir’de Havagücü takımında basketbol oynayan Çetin Akşenkal, seksenli yıllarda Galatasaray kulübünde kurulan altyapı okulunun müdürlüğünü üstlenmiş. Uzun yıllar anne memleketi Datça’da işlettiği kafede, pek çok basketbolcu dostunu ağırlamış. Bizim görüştüğümüz günlerde de İstanbul’da sık sık sporcu arkadaşlarıyla bir araya geliyordu. Henüz bir ortaokul öğrencisiyken Teknik Üniversite salonunda tanıştığı basketbol, 70 yılı aşkın bir süre boyunca yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştu.
