Ömer Urkon: Basketbol Bir Zeka Oyunudur

Basketbol tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Ömer Urkon, bu sporla birçok milli sporcu yetiştiren St. Joseph Lisesi’nde tanıştı. Yine bu liseden doğan iki kulüpten biri olan Kadıköyspor’da kariyerine başlayıp kısa sürede parladı ve Fenerbahçe’ye transfer oldu. Fenerbahçe’de iki ayrı dönemde oynadıktan sonra erken denebilecek bir yaşta basketbolu bırakıp, yine başarılı bir kariyere sahip olduğu çalışma hayatına atıldı. Gökşin Sipahioğlu’ndan efsanevi Yugoslav basketbolcu Koraç’a kadar geniş bir yelpaze oluşturan anılarını dinlemeye çocukluk yıllarından itibaren başlıyoruz.

“1937 İstanbul doğumluyum. Moda’da doğup büyüdüm. Moda Bostanı sokağındaydı evimiz. Enstitünün hemen arkasında, onun arkası da – şimdiki caminin olduğu yer – baştan aşağı tarlaydı. Biz orada büyüdük. Ben çok haşarı bir çocuktum. Mahalle ve ev benden bıkmıştı artık. Babam St. Joseph mezunuydu. İlkokulu bitirdim, tuttu elimden götürdü St. Joseph’e. Oraya bıraktı bir Pazar günü. ‘Senin okulun burası, burada yatılı kalacaksın,’ dedi. Eve beş dakika mesafedeyiz ama çok haşarı olduğum için iki üç ayda bir çıkıyordum. Hafta sonları cezalı kalıyordum. Spora çok düşkün bir okuldu, teneffüste spor yapmayanları cezalandırırlardı. Aslında daha St. Joseph’e gitmeden basketbola meraklıydım. Arka bahçede mutfağın tuvaleti dışarıya doğru çıkıktı. O tuvaletin çatısına bir kovanın kulbunu taktım. Oraya atmaya başladım. Ev çok güzeldi, iki katlı bir köşk. Duvarlarda yağlı boya resimler vardı, büyük babalardan kalma. O resimlerin arkasında boşluk vardı. Oraya portakal ve mandalina kabuklarını atardım.”

Babanız spor yapmanıza kızar mıydı?

“Hayır. Bizim kuşağın baba oğul diyaloğu yok gibi bir şeydir; git, gel, al, ver, götür. Babam bankacıydı, bütün hayatı bankayla geçerdi. Muhasebeden başlayıp bankacılık yaptı, en son Ticaret Bankası yönetim kurulu üyeliğine kadar geldi. çok disiplinli bir kişiydi. Bir yaz sabahı kalktık. Bütün ümidim arkadaki tarlada oynayacağız, ondan sonra da denize gideceğiz. ‘Kalk giyin, gidiyoruz,’ dedi. Nereye filan diye sorma şansım yok. Giyindik, bindik vapura, geçtik karşı tarafa. Kapalıçarşı’ya gittik. Orada bir züccaciye dükkânına girdik. Babam, ‘Leon getirdim,’ dedi. Beni bıraktı oraya, çıktı gitti. Leon ‘Ne duruyorsun orada?’ dedi. ‘Ne yapayım?’ diye sordum. ‘Al toz bezini, ambara git. Oradaki eşyaların tozlarını al, bir yandan da onlara ne denir öğren,’ dedi. Satış işi ayrı bir olay. Öğrenmezsen yapamazsın. Bu konuda bir anımı anlatayım. Süpürdük, toz aldık, o fasıl bitti. Tam o sırada annemin bir arkadaşı geldi. ‘Aa Ömer sen burada mısın?’ dedi. Sonra bir şey gösterdi bana. ‘Şu kaça?’ diye sordu. O sırada heyecandan fiyat filan kalmadı aklımda. ‘Usta bu kaça?’ diye Leon’a sordum. ‘Sen şöyle kenara çekil,’ dedi. Sonra o kaça diye sorduğu ürünü sattı, fırını sattı, sürahiyi sattı. O gittikten sonra Leon, ‘Bir daha bu kaça diye bana sormayacaksın. Bu kaçaydı diyeceksin. Yani sen biliyorsun ama şu anda unuttun. Aksi takdirde bir daha sana gelmezler. Ben ne yapayım o zaman seni?’ diye konuştu. Çok büyük bir tecrübeydi benim için. Eğer ufak şeyleri tecrübe olarak kaydediyorsan yaşam bir şey ifade ediyor. İki yaz tatilini çalışarak geçirdim. Sonra tahmin edeceğiniz gibi, annem müdahale etti. Ama o ana kadar bayağı çenem açılmıştı.”

1954-55 İstanbul şampiyonu St. Joseph Lisesi basketbol takımı. Ömer Urkon üstte, sağ başta. Yanında milli basketbolcu Tuğrul Demir. Altta, sağ başta milli voleybolcu Toni Şalabi.

Siz basketbol oynayınca babanız memnun kaldı mı?

“Evet, kendisi de oynamış zaten okulda. İlk onun Keds’lerini giydim, yirmili senelerden kalma. Hiç unutmuyorum, siyah bir Keds’di. Büyük gelmesine rağmen giydim. Atletizmle başlamıştım ben spora. Sonra basketbola geçtim. Lakabım yaydı, çok zıpladığım için. Okulda 20-25 tane açık saha, bir kapalı salon, üç tane de üstü örtülü yarı açık saha vardı. Oynamak mecburiydi. Oynamayanlara cezası ağırdı. Kestane ağaçları vardı, yere düşen kestaneleri papaz sepet verip toplatırdı. Bizim okuldan her spor dalında ünlü adamlar çıktı. Nejat Diyarbekirli, Tevfik Tankut, Turhan Tezol, Haşim Tankut, Güney Ülmen gibi milli formayı giyen abilerimizin olması özendirici oldu. Bizim okuldan iki kulüp çıktı: Kadıköyspor ve Modaspor. Kadıköyspor’u kuran Gökşin Sipahioğlu. O Haşim Tankut’tan büyüktür. Haşim ağabeyler de Modaspor’u kurdular. Orada bir anlaşmazlık oldu nedense. Ama iyi oldu. İki tane güzel kulüp kuruldu. Kadıköyspor önce St. Joseph Spor olarak kurulmuştu. Renkleri yeşil-siyahtı. Ancak yabancı isim benimsenmeyince bunu Kadıköyspor olarak değiştirdi. Moda’daki kilisenin bahçesinde basketbol sahası yapıldı ve takım kuruldu. Ben önce orada başladım basketbola. Gökşin abi enteresan bir adamdı. Ben St. Joseph okul takımında oynarken, iyi atıyor tutuyor diye söylemişler. Bir gün Kadıköyspor sahasına çağırdı. ‘Öğleden sonra bir maç var, sen o maçta oynayacaksın,’ dedi. Benim hiç haberim yok. ‘Orada bir 5 numara var, ona screen yapacaksın’ dedi. Abi screen nedir?’ diye sordum. Ben hiçbir şey bilmiyorum, ne gördüysem onu oynuyorum. Bana kapıcı üzerinde uygulamalı gösterdi. Kadıköyspor sahasına o günlerin çok kuvvetli takımı Fenerbahçe geldi. Maçta Sacit Seldüz ağabey beni tutuyordu, beni de ilk defa görüyor. O sahada isabetim yüksekti. Bana mesafeli durup potayı göstererek, ‘At şekerim at,’ dedi. Ben atıp sokunca, ‘Şekerim böyle değil, dışarı at diyorum,’ demişti, hiç unutmam.”

Daha sonra Kadıköyspor adını alacak St. Joseph Spor genç takımı, Vefa genç takımıyla.

“Zamanla Gökşin abi sayesinde daha ciddi bir ortama girdik. Daha sonra Tonguç Gürcan vardı, Fenerbahçe takımında oynamıştı. Amerika’dan geldi. Kadıköyspor lokali üstünde bir dershane açıldı. Orada bize bayağı ciddi basketbol dersleri verdi. Sonra Reştan (Aras) ağabeyden ilk defa hook shot gördüm. Reştan ağabeyin forma numarası 99 idi. O sahanın zemini önce topraktı, daha sonra beton yapıldı. Ben orada devamlı oynadığım için yüzdem çok yüksekti. Neredeyse gözüm kapalı atacağım. Bir gün bir Amerikan uçak gemisi geldi. Geminin takımını Gökşin abi ayarladı, bizim sahaya geldiler. Adamlar harika basket oynuyorlar. Ama aralarında bir kişi var, akıl almaz bir basketbolcu. Sonradan öğrendik ki, NBA oyuncusu. Kentuckyli bir oyuncuymuş. Tabii tutamadık adamı, müthiş bir şeydi. Ona çok dikkat ettim ne yapıyor diye. Ondan jump-shot atmasını öğrendim. Onun sayesinde benim attığım jump-shotlar müdahale edilemez oldu. Adam hızla dripling yapıyor ve zıplıyor. Zıplayınca da durduğu yerden değil, biraz ileriye gidip öyle atıyor. Dolayısıyla ben bunu görüp yaptım. Biz o zamana kadar öyle bir hareket görmemiştik. Çok iyi tetkik ettim adamı. Benim boyum 1.83. Maçlarda beni 2 metrelik oyuncular tutuyordu. Aynı yerde zıplarsan o oyuncu şutunu keser. Ama beni bulamıyorlardı. Jump-shottan önce, iki elle sabit durarak şut atılırdı. İki tane atış şekli zamanla tamamen ortadan kalktı. Bir tanesi iki elle atış, diğeri underhand denen atış. Underhand genellikle turnike yapınca atılırdı. Fakat ne enteresandır, benim yaptığım jump-shotu kullanmadı kimse. Herkes durduğu yerden attı.”

Kadıköyspor 1955 yazında, kendi adını taşıyan ünlü açık hava sahasında. Soldan sağa: Ömer Urkon, Hüseyin Tanyaş, Kaya Tunalıgil, Kosta Salcıoğlu, Gökşin Sipahioğlu, Tanju Özyol, Özcan Dinçer, Necati.

Ömer Urkon bir yandan, liseler arası maçlarda St. Joseph takımında oynarken, 1954-55 sezonundan, yani 17 yaşından itibaren, İstanbul Ligi’nde mücadele eden Kadıköyspor forması da giymeye başlamış. “Zannediyorum liseler arası Türkiye şampiyonuyuz. En son Galatasaray ile maç yaptık. Galatasaraylılar bizi dövmeye kalktılar. Galatasaray Lisesi’nde çok küçük bir sahada oynadık. Kenara oturmuşlar hep, ellerine de lastikler almışlar. Çekip kâğıt atıyorlar bize oynarken. Ama işe yaramadı, biz galip geldik. Ben 56 mezunuyum. Lise ortalarında oynamaya başladım Kadıköyspor’da. Üç sezon oynadım. Oradayken sayı kralı oldum. 18 maçta 505 sayı mı ne yaptım. O zaman üç sayı yok. Bir maçta 94 sayı yaptım. Zaten o maç sayesinde sayı kralı oldum. Önümde Altan abi (Dinçer) ve Darüşşafakalı Hüdai vardı. O 94 sayıyı atınca onları geçip birinci oldum. Bir de serbest atış birinciliğine katılmıştım. Orada enteresandır, birinci olan Teknik Üniversite salonunun bakıcısı olan adamdı. 60’da 59 attı. Yalçın abi 58 attı, ikinci oldu. Ben 57 attım, üçüncü oldum.”

Ömer Urkon’un kişisel kariyer rekorunu kırarak 94 sayı attığı, 22 Mart 1957’de oynanan Kadıköyspor-Karagücü maçının netice cetveli.

Ömer Urkon’un milli kariyeri de genç yaşta başlamış ve 1955’te Avusturya ile oynayan Genç Milli Takım kadrosunda yer almış. A Milli Takım kadrosuna da ilk kez 1957’de, yine bir Avusturya maçıyla seçilmiş. Onun için bu seyahate, o yılların en ünlü oyuncularından Bob Cousy ile yaşadığı anısı damga vurmuş. “Milli Takımla Avusturya’ya gittik. Onlar zayıftı bizden. O zaman turnuva değilse, tek bir maç yapılıyorsa, bir de temsili maç yapılırdı. Viyana-İstanbul maçı oynadık. Onun için antrenman yapıyorduk. Bir baktık Osman abinin yanında, yeşil ceketli, kırmızı pantolonlu bir adam. Yanında birisi daha var, onu tanıyoruz. Boston Celtics’in efsane oyuncusu Bob Cousy. Biraz sonra Osman abi düdük çaldı. Samim abi de oradaydı. “Bu beyi tanıyorsunuz, Bob Cousy. Yanında oturan efsanevi koçları Red Auerbach. Bob Cousy bir devre bizde oynayacak, bir devre rakipte. Guard olarak birini seçtiler, onu söyleyecekler,’ dedi Samim Göreç. Beni seçmişler. Bob Cousy, ‘Sekiz numara sen iyi oynuyorsun. Benim vereceğim topları tutarsın, bana top verirsin,’ dedi. Çok gururlandım tabii. Benimle aynı pozisyonda Turhan abi vardı. Samim abiye, ‘Yahu bu piç kurusu gitti, İngilizce bir şeyler söyledi, onu seçtiler. Sen onu çıkar, beni sok,’ demiş. Nitekim öyle de oldu ama bir beş dakika, adamla oynadık. Adam bir efsane hakikaten. O tarihte reverse yapıyor, bacağının altından geçiriyor. Hook shot attığı zaman boş yok. Sonra Turhan abi girdi, top vermedi Cousy’ye! Maç bitince Cousy’ye gittim, ‘Siz Boston Celtics – NBA karmasıyla oynasanız ne olur?’ diye sordum. Hiç düşünmedi adam, ‘Biz yeneriz’ dedi. ‘Onlar belirli taktik içerisinde oynarlar, biz free play oynuyoruz, bizi çözemezler ama biz onları çözeriz,’ dedi. 30 sene sonra Amerika’da, Kaliforniya’da bir Rotary Club’e gittim – ben Rotary Club kurucusuyum. Oradaki toplantıda üç dakikalık konuşma süresi verdiler bana. Bob Cousy’yle basketbol oynadığımı söyleyince çok ilgilerini çekti. Üç kişi yanıma geldi, biz onun kolej arkadaşıyız deyip kartlarını verdiler. Oradan Boston’a geçtim. O tarihte Bob Cousy adında bir basketbol okulu yapmak istiyordum. Celtics kulübüne gittim. Maalesef o sırada Boston’da değilmiş, ama telefon edip beni görüştürdüler. Zehir gibi hafızası vardı, beni hatırladı. Fakat Boston’a geç dönecekmiş, görüşemedik. Maalesef sonra o okul fikrini de devam ettiremedik.”

Ağustos 1955’te, İzmir’de düzenlenen Fuar Kupası’nda şampiyon olan İstanbul Genç Karması. Ayaktakiler: Tunç Koray, Erol Aydın, Ertan Trak, Can, Ahmet Bali, Gündüz Erkan, Önder Seden. Oturanlar: Ömer Urkon, Erol Savaş, Güner Yalçıner, Mehmet Baturalp, Demir Şalt.

Kadıköyspor’da başarılı bir performans sergileyip Milli Takıma seçilen Ömer Urkon, 1957-58 sezonunda Fenerbahçe’ye transfer olmuş. Bu tarihlerde artık basketbolcular da futbolcularla kıyaslandığında çok cüzi kalsa da transfer parası almaya başlamıştı. Peki o Fenerbahçe’ye geçtiğinde para almış mıydı? “Hiçbir şey yok. Galatasaray beni almak istedi ve inanılmaz bir şey teklif ettiler o tarihte, bir daire ve bir araba. Fenerbahçeliyiz ya, kabul etmedim. Aileden Fenerbahçeliyiz, dayımdan dolayı. Dayım meşhur kaleci Cihat Arman’ın arkadaşıydı. Sık sık bizim eve gelirlerdi. Arka bahçede oturur konuşurlardı. Bunlardan etkilendik tabii. Bir de en çok etkileyen, dayımda Fenerbahçe’nin eski Türkçe harfli ilk rozeti vardı.” Peki maaş veriyorlar mıydı Fenerbahçe’de? Bu soruyu da gülerek cevaplıyor. “Bizimki komik. 300 lira alacağım oldu. Can Bartu da bizde oynuyordu. Büyük bir kabiliyet. Sonra 300 bin liraya Fiorentina’ya transfer oldu. O zamanın parasıyla muazzam bir para. Tahta tribünlü eski stattayız, yönetim binası filan da orada. ‘Gel gidelim, benim param gelmiş, hem senin paranı da alırız,’ dedi. Gittik, yönetim kurulu toplantısı var içeride. Yönetimde Müslim Bağcılar da var. ‘Bak şimdi ne yapacağım,’ dedi Can. Hiç unutmuyorum, vitraylı bir kapısı var toplantı odasının, kapı ağaç ama. Bir vurdu tekmeyi, kapı açıldı. ‘Ne yapıyorsunuz siz yahu burada?’ dedi. Birisi kalktı, ‘Can ne yapıyorsun,’ diyecek oldu. ‘Bizim paramız geldi, eğer vermeyecekseniz, şu sahayı satın benim paramı verin,’ dedi, hiç unutmuyorum. O gün aldık biz 300 lirayı.”

1958-59 Türkiye şampiyonu Fenerbahçe takımı, yöneticileriyle birlikte. Ayaktakiler: James Holley, Halit Çetinkaya (idareci), Sedat Bayur (şube kaptanı), Agah Erozan (başkan), Talha Altınbaşak (genel sekreter), Glen Heinrichsen, Gündüz Erkan, Bora Heriş, Atalay Abacı (idareci). Oturanlar: Günay Erkan, Gökhan Kökeş, Mehmet Baturalp, Güner Yalçıner, Samim Göreç, Ömer Urkon.

Ömer Urkon Fenerbahçe’ye geldiğinde, sarı-lacivertli takımın 1954’te Galatasaray’ı ilk kez yenmesiyle başlayan yükselişi biraz hız kesmişti. İlk kez İstanbul Ligi ve Türkiye şampiyonluğu kazanan kadrodan Sacit Seldüz ve Yılmaz Gündüz basketbolu bırakmış, Can Bartu da futbola ağırlık vererek çok az basketbol maçında oynamıştı. Ertesi sezon (1958-59) Altan Dinçer Modaspor’a gitmiş, Can Bartu basketbolu tamamen bırakmıştı. Onların yerini Tuncer Kobaner, Yavuz Türkoğlu, Güner Yalçıner gibi yetenekli isimler alınca ikinci kez Türkiye şampiyonluğu kazanıldı. Bu dönemde Galatasaray’ın dışında Modaspor ve Darüşşafaka da güçlü rakiplerdi. Nitekim Fenerbahçe üçüncü Türkiye şampiyonluğunu altı yıl sonra kazanacaktı. Söz Modaspor’dan açılınca, “İlginç bir Modaspor maçı anlatayım,” diyor Ömer Urkon. Bu anısından Modaspor’un da o yıllarda ciddi bir seyirci potansiyeli olduğunu anlıyoruz. “İki saniye filan var maçın bitmesine. Bir sayı gerideyiz. Ampulün orada topu yakaladım, attım. Top çemberde dönmeye başladı, girmiyor. Koştum, birkaç kişinin omzuna filan bastım, topu tipledim. Maç bitti, biz kazandık. Fakat ben yere indim, bir baktım Nejat Sönmez yerde kanlar içinde. Burnundan kanlar geliyor. Potanın arkasında Modasporlu seyirciler oturuyor. Güney abi beni gösterip bu vurdu dedi. Öyle deyince seyirciler aşağı indiler, dövecekler beni. Ben kaçtım soyunma odasına, kapıyı kilitledim. Nejat ayılmış. Güney’in vurduğunu söylemiş. Yani bana vurayım derken ona vurmuş.”

Ömer Urkon ve Modasporlu Güney Ülmen.

“Basketbol çok zor bir oyundur, o kargaşa içinde müthiş fauller yapılır. Ali Kazas kafamı yardı mesela. Bir keresinde ribaunda çıktım, alttan biri itti beni yukarıya, çenemi demirlere vurdum. Ama daha sonra kendini korumayı öğreniyorsun!” Bir de tatsız bir anısı var Ömer Urkon’un. “Ankara’da bir Türkiye şampiyonası vardı, maçı yaptık çıktık. Salonun çatısı çöktü. Yeni bir salondu. Çok güzel bir çatıydı, gökyüzünü gösteriyordu. Işıklandırma yıldızlardı ama biraz daha kalsaydık o gün büyük facia olurdu.” Gerçekten de Ekim 1957’de açılan Ankara Spor Sarayı’nın kubbe şeklindeki çatısı, sekiz ay sonra, 2 Haziran 1958 akşamı çökmüştü. Olay gerçekleştiği sırada salonun boş olması büyük bir faciayı önlemişti.

Ömer Urkon’un A Milli Takım kariyeri Fenerbahçe’ye geçtiği 1957 senesinde başlamış, ancak büyük bir talihsizlik eseri, tam Sofya’da yapılacak Avrupa Şampiyonası öncesi hastalanınca son anda kadrodan çıkarılmış. “Gündüz’le beraber hastalandık. Gündüz’e masaj yaptılar, o iyileşti gitti. Ben gidemedim.” Nitekim bu hastalık son anda çıkınca, onun yerine bir oyuncu alınamamış ve Sofya’ya 11 basketbolcu gitmiş. Ömer Urkon iki yıl sonra, İstanbul’da yapılan şampiyonada bu kez takımdaki yerini almış. Aynı yıl Beyrut’ta yapılan Akdeniz Oyunları’nda ve 1961’de Belgrad’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda da ay-yıldızlı formayı giymiş. Bu turnuvalar ve kamplardan hatırladığı ilginç anılarını anlatıyor: “1959 Avrupa Şampiyonası için kamptayız. Güner Yalçıner ile aynı odadayız. Bir gece kapı çalındı, baktık Ersan. ‘Abi bizim odaya gelin,’ dedi. Ersan, Erdoğan Karabelen, Nedret – üçü beraber kalıyorlar. Bir gittik, Nedret pencereden bakıyor. Erdoğan eşofmanları giymiş, jimnastik yapıyor, saat bir. Ben bunlarla kalamayacağım,’ dedi. 1959 Akdeniz Oyunları’nda Yugoslavya düştü bize. İlk beşi hiç unutmuyorum. Şengün, ben, Nedret, Altan abi, Erdoğan. Yendik Yugoslavları. Adamlar tutamıyor beni. Topu oyuna sokacağım tam, kaptanları elini bir uzattı, parmağı gözüme girdi. O gözüm görmüyor, simsiyah. Hastaneye gittik. İki gün filan sürdü bu durum. Belki 40 sene sonra göz doktoru, gözünüze bir darbe yemişsiniz dedi. Katarakt oldu.”

İstanbul’daki Avrupa Şampiyonası’na hazırlık için, 17 Mayıs 1959’da, İTÜ açıkhava sahasında Romanya ile oynadığımız hazırlık maçı. Ribaundu alan Ünal Büyükaycan, arkada Ömer Urkon ve Özer Salnur.

“Nedret’le bir anımı anlatayım.1961 Belgrad Avrupa Şampiyonası’ndayız. Çeklerle maç yapacağız. 15 bin kişilik bir salon fakat Çekler bizi yenecek diye kimse gelmemiş. Fakat öyle olmadı. Maç başladı, biz önde gidiyoruz. Öyle olunca tribünler dolmaya başladı. O gün atan atıyordu, çok enteresan. Adamlar dönüyorlar koçlarına ne yapalım diye. Devam edin diyor. En son öyle bir şey oldu ki; Nedret topu aldı, potaya doğru drive etti. Kapattılar, potanın altında kaldı. Dışarı da çıkaramadı topu, yukarı attı. Top aşağıdan girdi, sonra tekrar çembere girdi. Hakeme döndü millet, öyle bir şey görülmemiş. Hakem iki sayıyı verdi. O maçı 77-70 kazandık.”

“Sergi Sarayı’nda antrenman yapıyoruz. Değişik kıyafetli bir adam Osman abiyle geldi. Tribüne oturdular. Yalçın abi antrenör. Biraz sonra düdük çaldı. ‘Yanımdaki NBA koçlarının başı, siz antrenman yaparken not aldı, size bir şeyler söyleyecek,’ dedi. Adam 40 fundamental hatası saydı, hiç unutmuyorum. Adam, ‘Bunları yaptığınız sürece, karşı tarafın koçu iyi biriyse, kazanamazsınız,’ dedi. Bunlardan bir tanesini söyleyeyim, hâlâ aynı hataları yapıyorlar. ‘Basketi attın, geri dönüyorsun, arkanı döndün mü bitti,’ dedi adam. Galibiyetler teferruatlardadır. Şansı asgariye indiriyorlar.” O yıllarda spor basınının Türk basketbolu konusundaki başlıca eleştirilerinden biri oyuncuların kondisyon yetersizliğiydi. Bunu hatırlattığımızda Ömer Urkon’un verdiği cevap bu eleştiriyi doğruluyor: “Son zamanlarım haftada iki gün antrenmana denk geldi. Daha evvel haftada tek antrenman olurdu. Ama onun dışında antrenman yapmak isteyenler olurdu. Mesela Erdoğan Partener sahadan hiç çıkmazdı.”

1959 Akdeniz Oyunları’nda Yugoslavya maçı.

1961 Avrupa Şampiyonası’nda dikkat çeken bir hususu soruyoruz Ömer Urkon’a. İlk iki maçımızı kazanmışız. İlkinde, bir önceki turnuvada Avrupa ikincisi olan Çekleri yenmişiz üstelik. Sonra üst üste dört maçı kaybedip onuncu sırayı almışız. Verdiği cevap ayrıntıların gerçekten önemli olduğunu ortaya koyuyor: “Türkiye’de spor yöneticiden başlar. Sahaya o yönetici ve ekibinin durumu akseder. Orada Ersan Salihoğlu vardı. Ersan çekirge gibi bir oyuncuydu. Durduğu yerde potanın altından zıplıyor, vuruyor filan. Fakat antrenörün bunun antrenman temposunu ayarlaması lazım. Fazla antrenman yapamıyor, yorulmak değil de konsantrasyonu kaybediyor. Onun gibi bir iki kişi daha vardı. Turnuva deyince devamlılığı var işin. Başta iyi gidiyorsun, ondan sonra devam ettiremiyorsun. Hadise tamamen teknik bir olaydır. Her oyuncu aynı antrenmanı yapamaz. Gerek tıbbi olarak gerek antrenman bilimi olarak ayarlamak lazım. Yalçın abi çok katıydı, adamın fiziği çok kuvvetli olduğu için yapacaksın diyordu. Yani küçük detaylar yüzünden başarısız olduk. Basketbol son derece teknik bir oyundur. Koraç diye bir Yugoslav oyuncu vardı. Onunla serbest atışlarda kafa kafaya gidiyorduk. O da alttan yapardı atışları. 1.98’di boyu. Karşısında 2.05, 2.07’lik oyuncular tutamıyorlar adamı. Her maçta 20-25 sayı yapıyor. Nasıl oluyor diye merak ettim, takip ettim. Bir ayak oyunu yapıyor adam; öyle bir ayak hareketi yapıyor ki, arkasındaki 2.07 kıpırdayamıyor. Dönüyor, dönerken ayağını onun arkasına koyuyor. Adam dönemiyor, kilitliyor yani. Ama bunu müthiş hızlı yapıyor. Rakibi elini bile kaldıramıyor. Bir Rus oyuncu vardı, 1.70’lik. 2 metrelik oyuncuların arasında yok gibi bir şey fakat bir süratli, adamı bulamıyorsun sahada. İki eliyle hep aynı hareketi yapıyor fakat mani olamıyorlar çünkü sahanın her yerinden yapıyor. Çok hareketli olduğu için müdafaası çok zordu. Basketbol bir zeka oyunudur, saniye önemlidir.”

Milli basketbolculardan bir grup 1959’da kampta. Üst sıra: Güner Yalçıner, Şengün Kaplanoğlu, Ömer Urkon. Alt sıra: Ünal Büyükaycan, Nedret Uyguç.

Ömer Urkon’un Fenerbahçe’deki ilk dönemi 1963’te sona ermiş. İTÜ Maden Mühendisliği Fakültesi’ni bitiren milli sporcu, Türkiye’deki basketbol serüvenine yaklaşık iki yıl ara vermiş. “1963’te evlendim. Eşimle beraber Almanya’ya çalışmaya gittik. Eşim sanat tarihi mezunudur. Ben çinko-kurşun fabrikasında çalışıyordum, o da bir çikolata fabrikasında işçiydi. İki sene kadar kaldık. Benim oraya geleceğimi duymuşlar. Gazetede milli bir oyuncu geliyor diye yazmış. Aachen şehrinin Göbbels diye bir takımı vardı, Almanya liginde oynuyordu. Beni oraya koç-oyuncu yaptılar. Orada ilk defa basketbolun nemalarını aldık. Bize bir daire verdiler. Fakat bizim takım biracıydı! İlginç çocuklardı. Hepsi kilise korolarında filan çalışıyordu. Bizim toplantılarda aryalar söyleniyordu. Orada Almancayı ilerlettim. Almanlar çok çalışkan ve disiplinli. İki arkadaş gitmiştik. Sınıf arkadaşım yabancı dil bilmiyordu. Profesör Fischer ismindeki genel müdür iki tane kağıt çıkartıp önümüze koydu. ‘Burada fabrikanın beş tane problemi var, istediğinizi seçin, çözerseniz 300 bin mark vereceğiz,’ dedi. Çözemedik tabii. İlk gün bir zile bastı, bir ustabaşı geldi. Aldı bizi, işçi soyunma odasına götürdü. Bize işçi tulumları giydirdi, bir süpürge bir faraş verdi. Her departmanı bir hafta süpürüp tozunu alacaksınız ve mühendis gözüyle ne oluyor ne bitiyor bakacaksınız, orada anlamadığınız veya size göre eksik gördüğünüz ne varsa not edip Dr. Fischer’e götüreceksiniz,’ dedi. Adamlar böyle çalışıyor. ‘Siz bir işçi gibi çalışmadan işçiyi yönetemezsiniz,’ dedi. Ondan sonra hep aynısını tatbik ettim hayatımda.”

Modasporlu Turhan Tezol karşısında.

1965’te Türkiye’ye dönen Urkon, yedek subaylığını yaptığı sırada Muhafızgücü takımında basketbola devam etmiş. Hemen ardından iki yıl süren ikinci Fenerbahçe dönemi gelmiş. “Almanya’dan döndükten sonra, Muhafız Alayı’nda askerlik yaptım. Muhafızgücü basketbol takımında oynadım. Hepsi milli oyuncuydu. Nedret Uyguç, Bülend Karpat da vardı. Ben hem oyuncuydum, hem antrenördüm. Ordu takımları arasında birinci olduk. Yazıcı bir ere scout tutturuyordum, antrenmanlarda kim ne atıyor, ne yapıyor diye. Muhafız Alayı’ndan döndükten sonra 1967-68’de bir süre Fener’de oynadım. Bir anım var. Galatasaraylı oyuncular beni tanımıyorlar. Sadece koç Yalçın abi tanıyor. Fener-Galatasaray maçı oynuyoruz. Onların oyuncusu Fuat vardı, beni tutuyor. Yalçın abi kenardan, yakınlaşma diyor. O tabii benden çok genç, pres yapıp topu alacağını zannediyor. Halbuki ben bütün bana anlatılanları çok iyi tatbik ediyorum. O bana yakın gelince, ben reverse ile dönüyorum. Tabii tutamadı. Yalçın abi, ‘Sana ne dedik yahu. Yakın durma,’ dedi Fuat’a. Yakın durmayınca atıyorum, isabetli oynuyorum. Fuat biraz sonra, ‘Abi beni değiştir,’ dedi. Öyle bir anım var. Yarım devre oynadım o sezon. Ondan sonra iş hayatı başladı artık. Anadolu’ya gittim, Kütahya dağlarına. Ondan sonra kendimi tamamen meslek hayatına verdim, antrenörlük yapamadım.”

1967-68 sezonunda Fenerbahçe’nin bir ilk beşi. Soldan sağa: Önder Okan, Ömer Urkon, Hüseyin Kozluca, Halil Dağlı, Tuncer Kobaner.

Ömer Urkon uzunca bir aradan sonra, seksenli yılların ortalarında Fenerbahçe’de yöneticilik görevi üstlenerek basketbola dönüş yapmış. “Bir ara yönetimde görev aldım. Erdal Poyrazoğlu, Tuncer Kobaner geldiler. ‘Fenerbahçe kulübü basket branşını biz üçümüz yöneteceğiz,’ dediler. Yalnız Erdal bana, ‘Abi senin zamanındaki gibi değil, basketçiler şimdi cin gibi. Kulüpte kurumsal bir yönetim yok, bizi çırak çıkarırlar,’ dedi. Antrenör seçilecek. Yugoslav milli takımının antrenörü benim arkadaşımdı, takımı bırakmıştı. Split’te oturuyordu. Onunla konuşmaya gittim. Kendi paramızla gidiyoruz. ‘Ömer sen varsan kabul ederim, diğer arkadaşları da tanıyorum,’ dedi. O tarihte çok iyi bir para verilecekti. Kalktık geldik buraya, o arada bir antrenör almışlar. Borusan genel müdürlüğü, Efes Pilsen grubu genel müdürlüğü yaptım. Karakas’ta Dünya Sevk İdare Kongresine gittik. Daha o tarihte oradan bir takım yönetim tarzı notları aldık. Sonra Fenerbahçe’de görev yaparken final four’a kaldık. O kulüplerin yönetimlerinden randevu aldım, gitmeden evvel. Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar vardı finalde. Başkanlarıyla randevu aldık, oturduk. Her birine, ‘Sizin yönetim el kitabınız (management manual) var mı?’ diye sordum. Adamlar bana sanki bu odada kapı var mı diye sormuşum gibi baktı. ‘Var tabii’ dediler, üçü de koydu önüme. Onları aldım, Fenerbahçe’ye uygun bir tane yaptım. Orada yok yok. Nasıl antrenör seçilir, kim antrenörü takip eder, dünya oyuncuları nasıl takip edilir, sigorta durumu, sıhhi olaylar filan – yok yok. Götürdüm verdim, rapor yok oldu. 17 sene sonra, Aziz Yıldırım aradı beni. Kim söylediyse, ‘Ömer bey bir rapor varmış, kopyası var mı?’ diye sordu. Yok dedim. Olay budur. O adamlar tesadüfü ve şansı asgariye indirmiştir.”

Ömer Urkon’un şube yöneticiliğini üstlendiği dönemde, Fenerbahçe takımı 1 Ekim 1985’te Çekoslovakya’da. Ayaktakiler: Ömer Urkon, koç Dennis Perryman, Jay Triano, İbrahim Aygen, Efe Aydan, Michael Terpstra, Necdet Ronabar, Ercüment Ceyhan, Salih Taşaner. Oturanlar: .., Kemal Dinçer, Ahmet Sarı, Ali Limoncuoğlu, Hakan Artış.

Ömer Urkon iyi bir fundamentala sahip olması sayesinde ileri yaşlarında bile gayet başarılı biçimde basketbol oynamış. Son olarak ondan bu konudaki bir anısını ve gençlere tavsiyesini dinliyoruz: “60 yaşında St. Joseph’e gittim bir Pazar günü, oynamaya. Gençler oynuyorlar, 20-25 yaşlarında. Bir tanesi geldi, ‘Abi bir kişi eksik, oynar mısın?’ diye sordu. Girdik, biri geldi yakın tuttu, geçtim. Uzak tuttu, attım. Bunlar anlamadılar ne olduğunu. Bir müddet sonra, Abdi İpekçi’de bir all-star maçından önce eski millilerin maçı vardı. Gittik oynadık, Ankara – İstanbul maçı. Orada da yine iyi oynadım. Ertesi Pazar yine St. Joseph’e geldim. Çocukların hali değişmiş, bir tuhaf bakıyorlar bana. Yaklaştı bir tanesi. ‘Abi, Abdi İpekçi’de bir 8 numara vardı, çok benzettik sizi,’ dedi. ‘Ben oyum,’ diye cevap verdim. ‘Abi söylesene, bütün hafta arkadaşlarla bu ne biçim iş diye oturup konuştuk,’ dedi. Sonra ben o çocuğa işlerimi devrettim, ama tetkik ettim, 10 sene benimle birlikte çalıştı. Borusan genel müdürlüğünden sonra temsilcilikler aldım. O temsilcilikleri bu çocuğa devrettim. Gençlere tavsiyem şudur: yaşamın süresince düzgün insanlarla tanışıyorsan eğer, o insanlarla ilişkini kesmeyeceksin. Şu anda, beş ülkede kapı açık yatarım. Devam ettirdim arkadaşlıklarımı. Herkes dost arıyor. Bugün insanlarda bütün eksiklik dostluk.”

Ömer Urkon: Basketbol Bir Zeka Oyunudur” üzerine bir yorum

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.