Çoğu futbolsever Necdet Niş adını muhtemelen ilk kez 1974’te, Fenerbahçe teknik direktörü Didi’nin yardımcılığına getirildiği zaman duymuştur. Bu dönemde kazandığı ününü, yetmişlerin ikinci yarısında Altay teknik direktörü olarak pekiştirdi Necdet Hoca. Ardından Sakaryaspor’da kazandığı parlak başarılar geldi. İki kez Türkiye Birinci Ligi’ne çıkardığı takıma bir de Türkiye Kupası kazandırdı. Özetle, yerli çalıştırıcılar içinde en başarılı ve en şöhretli olanlardan biriydi. Lakin teknik direktör olmadan önce futbolcuydu Necdet Niş. Futbol hayatını tek bir kulüpte, Hacettepe’de geçirmişti. Onunla görüşmeden önce bu yönünü biliyordum ama, çocukluğunun Hacettepe’si ve Ankara’sı hakkında o kadar zengin detayı ondan dinleyeceğimi doğrusu ummuyordum. Necdet Niş’le söyleşimizin ilk bölümünde, hayatının bu ilk dönemi ve ailesinin kökleri konusunda anlattıklarını araya fazla girmeden aktarıyorum:
“1937 doğumluyum. Doğma büyüme Hacettepeliyim. Şimdi Hacettepe Üniversitesi’nin olduğu yer eskiden mahalleydi. Tepelik bir yerdi. Muhtelif girişleri vardı. Mesela demiryolunun geçtiği Kurtuluş ve Sıhhiye tarafında köprüden girişler vardı. Yukarıda Samanpazarı tarafından girişleri vardı. O zaman Ankara’nın meşhur kabadayılarının yetiştiği yerdi Hacettepe. O dönemlerde Ankara’da Hacettepe, İstanbul’da Kasımpaşa, İzmir’de de Eşrefpaşa, kabadayılarıyla meşhur yerlerdi. Mesela siz bana ziyarete geliyorsunuz diyelim. O giriş yerlerinde önünüzü keserler, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorarlardı. ‘Necdet’e gidiyorum,’ dediğiniz zaman bana kadar getirirler sizi. Ben eğer, ‘Ooo, hoş geldin,’ diye karşıladıysam tamam, ama eğer ‘Sen kimsin?’ diye sorarsam gittin. Öyle bir yerdi Hacettepe. Büyük bir dayanışma vardı.”
“Biz Arnavutuz, Rumeli muhaciriyiz. Balkan savaşları sırasında oradan çıktıklarında annem 10 yaşındaymış. Gelip Edincik’e yerleşmişler. Babam Atatürk’ün de okuduğu Manastır İdadi’sinde okumuş. Balkan Harbi patladığı zaman subay çıkmış. Hemen Yanya cephesine vermişler. Orada esir düşmüş. Bir sene Atina’da kalmış. Ailesi İstanbul’a gelmiş. Esir mübadelesi yapılınca İstanbul’a gelmiş, ailesini arayıp bulmuş. İstiklal Harbi patladığı zaman da Atatürk’ün ordusuna katılmış. Karadeniz’den Anadolu’ya çıkmış. Sonra sınıf değiştirmiş ve haritacı sınıfına geçmiş. Öyle olunca başka yerlere gitmemiş, hep Ankara’da kalmış. Biz altı kardeştik, son üç kardeş Ankara’da doğduk. En büyük abim, İstiklal Harbi sırasında doğmuş. Babam o sırada cephede, annem Polatlı’daymış. Yunan ordusu Ankara’ya doğru yaklaşınca subay ailelerini Kayseri’ye göndermişler. Annem en büyük abimi Kırşehir yakınlarında, at arabasında doğurmuş. Sonra ikinci abim Konya’da, üçüncü abim Turgutlu’da doğmuş. Ablam, ben ve benim küçüğüm kız kardeşim Ankara’da doğduk. Babam önce İstanbul’a geldiği için nüfus kütüklerimiz hep Eyüp’teydi. Sonra bizim okul durumumuz başlayınca nüfus kayıtlarını Ankara’ya aldırmış. Aradan yıllar geçti, ben Sakaryaspor’da antrenördüm, 1985 mi neydi, tam hatırlamıyorum. Polisler geldi antrenmana, hocam emniyete gelin dediler. Bir gittim oraya, asker kaçağı görünüyorum. Eyüp’teki o eski, kalın nüfus defterlerini fareler yemiş, ablamla ben kalmışım sayfada. Oradan beni buluyorlar, hiçbir kayıt gözükmüyor. Eyüp askerlik şubesi emniyete yazı yazıyor. Onun üzerine askerlik şubesine gittim. Şube başkanı yüzbaşı, ‘Hocam ne yapayım, kayıtlar kalmış, iki kayıttan birini öldürmemiz,’ lazım dedi. Birini öldürdüler, ben sağ kaldım!”
Cebeci Çayırı
Eski devirlerde Ankara’nın futbolcu kaynağının Cebeci Çayırı olduğunu Necdet Hoca’nın anlattıklarından anlıyoruz. Bildiğiniz gibi, buraya altmışlı yıllarda, şimdi kullanılmaz halde olan Cebeci İnönü Stadyumu inşa edilmişti. “Biz Cebeci Çayırı’nda büyüdük. Babam top oynamama kızmazdı. Abilerim de top oynardı. Kaleci Cihatlar, Turgaylar, rahmetli Selahattin Torkal, kardeşi Celal abi hep Cebeci Çayırı’ndan yetişmedir. İstanbul’da nasıl meşhur Kadırga var, Ankara’da da futbolcular hep Cebeci Çayırı’nda yetişmiştir. Şimdi Cebeci Stadyumu’nun olduğu yer. O çayırda ufak ufak derecikler akardı. Akşam üzeri Ankaralılar gelip piknik yapardı orada. Olduğu gibi çimenlikti orası. Bizim önümüz, mahallenin çıkış yeriydi. O zamanlar Ankara’nın her yeri sahaydı ama en meşhuru Cebeci Çayırı’ydı. En büyük saha oydu, çimen de vardı orada. Yalınayak top oynardık, ayakkabımız yoktu. O yüzden ayak parmaklarımın onu da kırıktı. Taşa vururdum, kırılırdı. Canımız acırdı ama çaput sarar, yine devam ederdik. En nihayet babam, asker postalı almıştı, altı kabaralı.”

“Bizim evin karşısı arsaydı. Orada arkadaşlarla top oynardık devamlı. Rahmetli babam balkonda oturuyor bir gün. O zamanlar bir tane ayakkabım var, Beykoz’dan alınmış. Başka yok. Şimdi arabamıza baktığımız gibi, ona gözümüz gibi bakardık. Kenarda boynu bükük seyrediyorum o gün arkadaşları. Rahmetli babam bana, ‘Hadi gir oyna,’ diye seslendi. ‘Ama baba ayakkabılarım,’ diyecek oldum. ‘Olsun gir, onlarla oyna,’ dedi. Öyle demesinin bana verdiği sevinci anlatamam. Babam subaydı ama neticede devlet memuruydu. Altı kardeşiz. Rahmetli annem gece 2’ye, 3’e kadar çorap yamardı. O zamanlar pamuklu çoraplar, naylon çoraplar çıkmamış. Sabah giyerdik, akşam döndüğümüzde parmaklar dışarı çıkmış olurdu. Babam dahil dört erkek de öyle. Yamalı pantolon giyerdik. Olup da almamak değil, yok zaten. Çocukluğumuz hep harp yıllarında geçti. Pasif koruma tabir ediliyordu, arabaların farlarına mavi kağıt koydular. Geceleri evlerin camlarına hep battaniyeler çakıldı. Nüfus kağıtlarımızda patiska verildi, pazen verildi diye hep mühürler vardı. Şeker, un yoktu. Rahmetli babam köyden gece un getirtirdi, kaçak. Bir yakalansan, eroin gibi muamele görür, gittin. Sıkıntılı günlerdi ama mutluyduk.”

“Muhitimizin Hamamönü İnönü İlkokulu vardı, ilkokula orada gittim. Hatta bir sene İlhan Cavcav’la beraber okuduk. Ortaokul ve liseyi Ankara Atatürk Lisesi’nde okudum. Akalar diye bir takım vardı, sonra ismi Ankara Beşiktaş oldu. Ankara amatör kümede oynuyordu. Bizim Hamamönü’nde kurulmuştu o kulüp. Hatta Beşiktaş Ankara’ya geldiğinde oradaki kulüp lokalini ziyaret etmişti.Fakat ben direkt Hacettepe’ye girdim. 16 yaşındaydım, Cebeci Çayırı’nda oynuyorduk. İyi de oynuyorduk. Rahmetli Timuçin vardı, Eti diye bir arkadaşımız vardı. Hacettepe’de ve PTT’de oynadı. Sonra Almanya’ya gitti, Münih 1860’da oynadı. İyi oynadığımız için üçümüzü mahallemizin takımı Hacettepe’ye aldılar. 1953 senesinde Hacettepe genç takımında başladım. Mahallemin takımı olduğu için de Hacettepe’den başka bir yere gidemedim.”
“Rahmetli Karagöz Kemal diye bir kabadayı vardı ama bileğine kuvvet. Mahalleden toplanırdık, mesela Yenişehir’e maça gideceğiz. O zamanlar Ankara’da aralarda irtibat yok, öbek öbek semtler var. Mesela Çankaya’nın oralar hep bağ, bir tek köşk (Cumhurbaşkanlığı Köşkü) vardı. Ayrancı, Çankaya’nın alt tarafıydı. Hatta şöyle bir söz vardı: ‘Ayrancı’da bağın var mı, anırgan eşeğin var mı, Angaralısın,’ derlerdi oranın şivesiyle. Küçükesat filan, hep bağlıktı oralar. Yani Ankara’nın yerlisi yazın o tepelere bağa çıkardı. İşte biz oralara maça giderdik. Allah rahmet eylesin, Kemal abi kahvenin önünde iskemlede otururdu. Kalın enseli, bileğine kuvvet bir adamdı, bıçak filan kullanmazdı. Oradan geçerken, ona uğramak mecburiyetindeydik. Hani şimdi bir yere maça giderken, federasyondan izin alıyorsun ya, onun gibi. ‘Kemal abi, Maltepe’ye veya Yenişehir’e maça gidiyoruz,’ derdik. ‘O zaman ben de geliyorum,’ derdi. Tabii o semtlere yürüyerek gidiyoruz. Onun sandalyesini de alıp taşırdık. O saha kenarına otururdu. Bizim emniyet supabımızdı o. Yoksa döverlerdi bizi. Başka muhite gittiğin zaman Allahın emri, dayağı yersin mutlaka. Fakat Kemal abi sahanın kenarında oturdu mu, mümkün değil, kimse dokunamazdı.”

Hacettepe armasında kama vardı
“Hacettepe’de 1953’te genç takımda başladım. Bir süre sonra A takımına girdim ama amatör olarak oynadım 1957’ye kadar. Fazla şans bulamıyordum, çok iyi oyuncular vardı. Cebeci Çayırı’nda bir saha yapılmıştı, haftada iki gün orada idman yapıyorduk. Eski hakemlerden bir abimiz, sonra eski futbolculardan bir abimiz bizi çalıştırdı. Hacettepe’nin ilk forma rengi yeşil-beyazdı. Hatta armasında kama vardı, delikanlı mahallesi ya. Cebeci Çayırı’ndan Kurtuluş’a giderken yazlık Çiçek Sineması vardı, gece orada idman yaparlardı. Rahmetli Sarı Veli vardı. Sandalyeleri kenara çekip koştururlardı. 19 Mayıs Stadı’nın dış sahalarında amatör maçlar oynanırdı. Çok gördüm, rahmetli Şükrü Saracoğlu orta çizginin bittiği yere gelir, bir sandalyeye oturur o maçları seyrederdi. Oğlu Aydın, Ankara’da savcıydı. Bizim yöneticiliğimizi yaptı 60’lı yıllarda. Bir de Mustafa Deliveli vardı, Demokrat Parti Hatay senatörüydü. 1960’larda başkanımız oydu. 1966’da evlendiğimde nikah şahitliğimi yapmıştı.”
1953’te Hacettepeli olan Necdet Niş, böylece mor-beyazlı kulübün mahalli Ankara Ligi’nde mücadele ettiği yıllarda ve ardından Milli Lig’de Ankara’yı temsil ettiği yıllarda futbol oynamış. Üstelik mahalli lige düşüp tekrar Milli Lig’e çıkışı yaşamış. “1959’da başlayan Milli Lig’e Ankara’dan katılan dört takımdan biriydi Hacettepe. 1959-60 sezonunda son üç takım ile İstanbul, Ankara, İzmir birincileri baraj maçları yapacaktı. 1959-60 sezonunda, İstanbul’dan Adalet, biz ve İzmir’den Altınordu – üç takım baraja düştük. Baraj maçları Bursa’da yapılacaktı. Fakat tam Mayıs sonunda ihtilal olunca (27 Mayıs 1960 darbesi), maçlar iptal oldu. Sonra Adapazarı’na aldılar maçları. O eleme maçlarında biz ve Adalet küme düştük. PTT ile Adana Demirspor Milli Lig’e çıktı. Küme düşünce Hayri Ankaragücü’ne, Oktay abi Gençlerbirliği’ne gitti. Ben de askerdim, yedek subay talebeydim. Askerlik yapan oyunculara oynama yasağı gelmişti. Eskişehir’de Hava Astsubay Okulu’nda yaptım askerliğimi. Hacettepe olarak iki sezon Ankara Mahalli Ligi’nde oynadık.”

Kaleci Cevat, İlhan Cavcav’ın akrabasıydı. Tayyar Cavcav zaten amca çocuğuydu. Ercan abi Beşiktaş’tan İsviçre’nin Sion takımına gitmişti, oradan bize geldi. 5-4’lük Beşiktaş-Galatasaray maçının kahramanı. Santrfor Cahit Boluluydu. Rahmetli Timuçin benim mahalleden çocukluk arkadaşımdı. Aydın’a Yugoslav santrhaf Horvat gibi uzun boylu olduğu için Horvat Aydın denirdi.
Hacettepe 1960-1962 arasını mahalli seviyede geçirdikten sonra 1962-63 sezonunda tekrar Milli Lig’e yükselmiş. Necdet Niş baraj maçları sırasında başka takımların transfer listesine girse de “mahallenin çocuğu” olduğu için mor-beyazlı kulüpten ayrılamamış. “1960’ta mahalli lige düştüğümüzde Toprakspor’la çekiştik. O ligde Barbaros vardı, Egespor vardı. Toprakspor Toprak Mahsülleri Ofisi’nin takımıydı, maddi gücü fazlaydı. Diğerleri semt takımıydı. Hacettepe de bizim muhitin takımıydı. Tekrar Sabri Kiraz hoca geldi bize. Mahalli ligde şampiyonluk yaşadık. 1962 senesinde Bursa’da oynanan baraj maçlarında tekrar Milli Lig’e çıktık. Benim o zamanlar Gençlerbirliği’ne veya Beşiktaş’a gitme durumum söz konusu oldu. Hamamönü’nde Bulgar muhaciri bir balıkçı vardı. Lafını ettim diye neredeyse balık bıçağınla doğrayacaktı beni. Mahallenin çocuğuyuz ya, gitmemiz mümkün değil. Orada başladık, orada bitti.

Futbolculuk hayatı boyunca iki kez ağır sakatlık geçiren Necdet Niş, toplamda üç kez ameliyat masasına yatmış. “1962-63 sezonunda Birinci Lig’de oynarken ilk menisküs ameliyatını oldum. O zaman diz tamamen açılıyordu. Boynuzlarıyla birlikte menisküs olduğu gibi alınıyordu, şimdiki gibi öyle artroskopi filan yoktu. Fakat Türkiye’de o zaman menisküs ameliyatı yapılamıyordu. Hacettepe’de oynayan Abdullah’ı da İtalya’ya yolladılar. Ben 63 senesinde ameliyat olduğumda, Hacettepe Hastanesi’ndeki doktorlar hep Amerika’dan gelmişti. Teşhisi koyan ortopedistler ameliyatı biz yapalım dediler ve neşterini filan Amerika’dan özel olarak getirttiler. O ameliyatın neşteri değişikmiş. Türkiye’de ilk menisküs ameliyatı olan bendim, Hacettepe Hastanesi’nde. İstanbul’da Akillas Milas isminde bir Rum doktor vardı, o da çok iyiydi. Şimdi ameliyat olan futbolcular bir ay sonra maça çıkıyor, o zaman altı aydı. İlk ameliyattan sonra, ertesi sezon yine oynamaya başladım. 1966-67 sezonunda Ankara’da bir Fenerbahçe maçı vardı, 25 Aralık 1966’da. Futbol hayatımın son günü olduğu için iyi hatırlıyorum o tarihi. Dizim döndü, bu sefer sol dizimden sakatlandım. Dizime 33 dikiş atılmıştı. 1996’da da Burhan Uslu hoca ameliyat etti beni. Dizimin içindeki kireçlenmeyi temizledi. Tabii o artroskopiyle yapıldı, sabah girdim, öğlen çıktım. Antrenörlüğü de bırakmıştım o zaman.”

Bekler ileri gitmezdi
Hangi mevkilerde oynadığını sorduğumuzda, bunun cevabından yola çıkarak eski günlerdeki zihniyeti, kendi oynadığı yıllarla günümüz futbolu arasındaki farkları da anlatıyor Necdet Hoca: “1953’ten 1966’ya kadar oynadım. 1957 senesinde profesyonel oldum. Başlangıçta idmanlara filan çıkıyorduk ama abilerimiz vardı, biz çömezdik o zamanlar. Eski WM sistemine göre defans sağ bek, sol bek, sağ haf, santrhaf, sol haf diye dizilirdi. Ben o beş yerde de oynadım. O zamanki imkanlara göre takımların kadrosu dardı. Neye ihtiyaç görürlerse oynardık. Fakat devamlı oynadığım esas yerim sağ bek ve sol haftı. Sol ayağımı pek kullanmazdım, zaten o günkü futbolda pek gerekmezdi. Bekler ileri gitmezdi. Ankara’da bir takımla oynuyorduk. Rahmetli Sabri Kiraz hocamızdı. Ne olduysa, topla santrayı geçmiştim. Dışarıdan bir bağırışı var bana, çok büyük bir suç işlemiş gibi hemen geri kaçtım. O zamanki WM sisteminde sağ bekler rakibin sol açığını tutmakla mükellefti. O zaman kademe yok, deplase olmak yok, önünüze sol kanatta gelen misafir kimse onunla meşgulsünüz. Santrhaf oynarsan rakibin santrforunu tutardın. Rahmetli Metin Oktay çok büyük bir yetenekti, çok büyük özelliklere sahipti. Onun karşısında, o zamanlar santrhaf olarak bir Fenerbahçeli Naci abi baş ederdi. Bir de Ankara Havagücü’nde Şeyhmus diye bir arkadaşımız vardı, sonra ordudan ayrılıp Ankaragücü’nde oynadı; bir de o mücadele ederdi. Ben de santrhaf oynadım. Onun (Metin Oktay) yetenekleri karşısında bütün santrhaflar aciz kalıyorduk. Ama bugünkü futbolda birinden kurtuluyorsun öbürü geliyor. Futbol artık kazandığı hız açısından da çok farklı. O zamanlar haftada iki idman yapardık. Şimdi bazı günler üç idman yapılıyor.”

“1962’deki dünya kupasında Brezilyalılar 4-2-4 sistemini çıkardı. Orta sahadan bir adamı geri çektiler. Ondan sonra yeni sistemler çıkmaya başladı. İtalyanlar Catenaccio’yu, kopuk libero sistemini çıkarttı. 4-3-3 çıktı. Bir takım taktikler değişik sistemleri doğurdu. Ama o günlerde (WM sisteminde) herkesin yeri belliydi. Dört kişi – sağ iç, sol iç, sağ haf, sol haf – orta sahaydı o zaman. Onlara ‘sihirli kare’ denirdi. O dört kişi iki blok arasında, forvetle savunma arasında gider gelirdi. Deplase olmazlardı, arkadaki öne geçmezdi. Öyle bir sistemle oynadık o zamanlar ama 1962’den sonra, oyunculuğumun son yıllarında 4-2-4 de oynadık. O zamanlar kişisel yetenekler daha fazla öne çıkıyordu. Mesela Voleci Şeref, Beşiktaş’ın sol içi Şeref Görkey. Bugün voleyle gol atan o kadar az ki. Çok nadir görülüyor çünkü eloğlu göz açtırmıyor; yatacaksın, gelen topa vuracaksın. Eskiden o serbestliği bulabiliyordun saha içinde; şimdi ceza alanının içi pazar yeri gibi. Röveşata golleri artık çok nadir görülüyor. Brezilya 1966 İngiltere’deki dünya kupasında hezimete uğrayınca, kurmay heyeti daha dönüş uçağında karar alıyor. Görüyorlar ki Avrupa’da futbol çok değişmiş, sert, süratli, fiziğe dayalı. Ondan sonra tekniğe gücü kattılar ve bir sonraki dünya kupasını kazandılar.”

Antrenörlük sürecinin başlangıcını şöyle anlatıyor Necdet Hoca: “Sakatlandığım son maçtan 15 gün kadar önce Ankara’da bir C kursu açılmıştı. Ben vakit geçsin diye gittim ve o kursu bitirdim, antrenörlük aklımdan dahi geçmiyordu. 1966-67 sezonunda futbolu bıraktım. O sene Temmuz’da B kursu açıldı. İzmir’deydi kurs, bitirdim, antrenör diploması aldım. Üçüncü Lig yeni kurulmuştu. Kırıkkalespor bana talip oldu. Böylece 1967-68 sezonunda Kırıkkalespor’da antrenörlüğe başladım. Ondan sonra 23 senem geçti antrenörlükte. İlk senem çok stresli geçti. Daha alışmamıştım antrenörlüğe. Toplamışlar sağdan soldan, İstanbul amatörden bir sürü futbolcu. Onlarla başladım ben. Ben de acemiyim ama o takım şampiyonluğa oynadı. O sene şampiyonluğu son maçlarda Düzcespor’a kaptırdık. Siyaset de biraz bu işlerde etkendi tabii. ‘Ben antrenörlük yapamayacağım, bu iş bana göre değil,’ dedim. Baktım sağlığımdan da kaybediyorum tabii. O zaman demir-çelik fabrikasında Hacettepeli bir abimiz personel müdürüydü. Beni orada işe aldı. Amatör takımda antrenörlük yapacaktım. Fakat az maaş verdiler, lojman vermediler. O zaman da orada sanayi şehri olduğu için kiralar pahalı, hayat şartları ağırdı. Baktım geçinemeyeceğim Ankara’ya döndüm. Ertesi sezon Kırıkkalespor kötü gidince tekrar beni çağırdılar. 1966’da evlenmiştim. Yapacak başka bir iş yok, tekrar gittim oraya.”

Kırıkkale’de can pazarı
O sezon Türkiye futbol tarihinin en kara günlerinden birinin tanığı olmuş Necdet Niş. Şampiyonluk için çekişen Kırıkkalespor ve Tarsus İdman Yurdu’nun 25 Haziran 1969’da yaptığı maçın ardından büyük şiddet olayları çıkmış ve üç kişinin hayatına mal olmuş. O günü şöyle hatırlıyor Necdet Hoca: “O maçtan üç-dört hafta önce bizim Kırıkkale’de Tarsus’la maçımız vardı. Takımlar sahada ısınırken benim iki futbolcum onların tarafına geçtiler. Orada bir temas olmuş galiba. Biraz sonra baktım Tarsus takımı doğrudan soyunma odasına girdi ve çıkmadı. Hakem de maçı tatil etti. Federasyon maçı sezon sonuna attı. O zaman Tarsus bizim 5-6 puan gerimizdeydi. Fakat erteleme maçına geldiğimizde puan puana geldik ve averaj onlara yarıyordu. Yani beraberlik de onlara yarıyordu, öyle enteresan bir maç. Oyun çok stresli başladı. İkinci yarı başladı, bizim sahaya hiç geçmiyorlar. Uzun bir top attılar. Onların santrforu adet yerini bulsun diye bizim sahaya geçti. Santranın oralardan topa bir vurdu; bizim kalecimiz de zaten hep ceza alanı üzerinde maçı seyrediyordu. Top üzerinden geçti, 1-0 yenik duruma düştük. Sonra bir frikik kazandık. 25 metreden bir futbolcum çatala taktı, 1-1 oldu. Hakem Ertuğrul Dilek’ti. 87.dakikada lehimize bir penaltı verdi ama uydurma bir penaltı değildi. 25 metreden frikikten gol atan çocuk bir penaltı attı. O zaman gazetelerde resmi de çıktı. Toprak sahada yere vuruyor ayağını, topun altına. Top üst direğin üç metre üstünden avuta gitti. Öyle olunca şampiyonluk da gitti. Maç bitince ortalık bir karıştı. Ankara’dan 600 tane toplum polisi gelmişti. Ramazan günüydü; 7’ye 10 kala maç bitti, 7’de de top patlamıştı; çok iyi hatırlıyorum. Ortalık karışınca takır takır silahlar atılmaya başladı. Seyircide silah yoktu ama gittiler evlerinden aldılar silahları. Silah fabrikası orası, herkeste silah vardı. Silahını evden alan geldi, polisle çatışıyor, biz santraya kapandık hepimiz. Etrafımızdan kurşunlar geçiyor, resmen sokak savaşında kaldık. Felaket bir şey. 7’de başladı çatışma, gece 11’de bitti – 4 saat. Stattan şehrin dışına doğru yayıldı. Toplum polisinin mermisi bitiyor, alaya müracaat ediyorlar. Sonuçta 3 ölü, sayısız yaralıyla bitti çatışma. Yaralıları traktörlerle taşıdılar. Penaltıyı kaçıran çocuk o gece üzüntüden felç olmuş.”

“Kırıkkale’den sonra 1969’da Hacettepe’ye antrenör oldum. Hem Hacettepe Üniversitesi’nde spor organizatörü ve hocası, hem kulüpte antrenördüm. Rahmetli İhsan Doğramacı Hacettepe Hastanesi bünyesine aldı takımı. Bir takım vaatler yapıldı ama rahmetli kendini ilme vermiş bir adamdı. Aldıktan sonra kulübe hiç bakmadılar ve fazla imkân tanımadılar. Sadece bizim soyunma odalarımız oradaydı, bir de tedavilerimiz hastanede yapılıyordu. Hepimize hastanede birer kadro vermişlerdi, maaş alıyorduk. Ondan önce kulüp başkanı para verirdi, adımız profesyoneldi ama hiç para almadım ki ben. İki sene kaldım Hacettepe’de fakat ikinci sene sezona girmedim çünkü Federasyon’un 1971’de açtığı yurtdışı imtihanını kazandım. Temmuz’dan Ocak ayına kadar olan süreyi Üniversite’de geçirdim. Ardından Macaristan’a kursa gittim, altı ay orada kaldım. Üç arkadaş gitmiştik. Federasyon bize bir yıl mecburi hizmet koydu. Genç milli takıma baktım o zaman, 1972-73 seneleriydi. O görev bittikten sonra, 1973-74 sezonunda Göztepe’ye antrenör oldum. Benden önce rahmetli Sabri Hoca vardı. O meşhur Göztepe takımından kaleci Ali, sağ bek Küçük Mehmet, Küçük Ali, Özer, Nevzat, Ertan oynuyordu. Rahmetli Gürsel futbolu bırakmıştı, benim yardımcımdı.”

Didi bana Nejat derdi
Yazının başında da belirttiğimiz gibi Necdet Niş, Fenerbahçe’de Didi’nin yardımcısı olduktan sonra bütün futbol kamuoyu tarafından tanınmıştı. Dünya futbol tarihinin bu unutulmaz ismiyle bir buçuk yıl geçiren Necdet Hoca, renkli anılara sahip. “Bir yıl Göztepe’de kaldıktan sonra 1974’te Fenerbahçe’ye geldim. Rahmetli Basri (Dirimlili) abiyle Didi’nin yardımcısı olduk. Aslında bir yıl evvel, ben Federasyon’dayken Fenerbahçe beni istemişti. İstanbul’a görüşmeye geldik, rahmetli başkan Faruk Ilgaz’la anlaşamadık. Sonra Göztepe’deyken – Nisan ayıydı galiba – antrenmandan kulübe gelmiştim. Kulüp müdürü, Emin Cankurtaran’ın aradığını söyledi. Efes Oteli’nde beni bekliyormuş, gittim. Bir yıl evvel gittiğimde rahmetli Emin abi ikinci başkandı. O görüşmede artık başkan olmuştu. ‘Bu sene geleceksin,’ dedi. Didi Fenerbahçe’ye geldiği zaman antrenörlük backgroundu olan biri değildi ama çok büyük bir isimdi. Futbolcuyla pek muhatap olmazdı. Kamplarda odasından hiç çıkmazdı. Antrenmanlarda çalışmaları ben yaptırırdım. Portekizceden başka bir dil bilmezdi. Bana Nejat derdi, Basri abiye de Baris. Çok az Türkçe biliyordu. Her maçta söylediği bir taktik vardı: Cemil-Osman-Mustafa tur. Yani sürekli yer değiştirin, deplase olun derdi. Alpaslan libero oynuyordu. Ona, ‘Alpaslan sen güzel erkek. Yok riziko, stope top – pas!’ derdi. Bütün taktik buydu. Galatasaray maçlarında da, ‘Var bugün Fenerbahçe fiesta,’ derdi. Bu tip konuşmalar yapardı ama dünya futbolunda da beş büyük adamdan biriydi. Saygı duyulan bir kişiliği vardı.” Necdet Hoca, Didi’nin ülkemizdeki saygınlığını ve popülerliğini şu sözlerle ortaya koyuyor: “İstanbul’da Boğaz Köprüsü’nden parasız geçen bir reisicumhur vardı, bir de o. Para almazlardı ondan. Çok saygın, çok beyefendi bir kişiliği vardı, toprağı bol olsun.”

Didi’nin Fenerbahçe’deki görevi 1975-76 sezonu başlarında, Benfica karşısında alınan 7-0’lık yenilgiyle sona ermiş, ligde oynanan Adanaspor maçına takımı Necdet Hoca çıkarmıştı. Ertesi sene gittiği Altay’ı ligde üçüncü yaparak İzmir kulübünün 1969-70 sezonundaki tarihî başarısını tekrarlamasını sağlamıştı. “Benfica maçından önce Bolu’ya deplasmana gittik. Nevruz’u libero oynattı. Oysa Nevruz orta sahada hücuma yönelik oyuncuydu. Bolu’da yenince, Benfica maçında da aynı şeyi yaptı. Ondan sonra oyun bir anda yedi oldu. Didi görevden ayrıldıktan sonra iki-üç maç ben baktım. Sonra altyapıda Gegiç vardı, onu getirdiler. Sonra iki sene Altay’a gittim. Rahmetli Esin Özgener başkandı. Altay’da ilk sezonda ligi üçüncü bitirdik, UEFA kupasına katıldık.”

Necdet Niş’in yönetimindeki Altay, futbol tarihimizin en unutulmaz maçlarından birini 21 Eylül 1977’de, UEFA Kupası’nda oynamıştı: “UEFA Kupası’nda Doğu Almanya’nın Carl Zeiss Jena takımıyla çok enteresan bir maçımız vardı. Orada 1-0 galiptik, hakem bizden bir oyuncu attı, bir penaltı verdi. Bir anda maç 5-1 oldu. Oradan ayrılırken ben onlara, ‘Bu maçın rövanşı İzmir’de, biliyorsunuz değil mi?’ diye hatırlattım. Maç başladı, Mustafa kornerden bir gol attı, sonra frikikten bir gol attı. İlk yarı 3-0 bitirdik maçı. Altay’ın seyirci adedi bellidir, genellikle 2.000 kişi gelirdi maçlara. O gün sahaya çıktığımızda 1.000 kişi ya vardı, ya yoktu. İkinci yarı sahaya bir çıktık, bütün stat dolu. Maçı radyodan Halit Kıvanç anlatıyormuş. Onun anlatımı büyük bir heyecan yaratınca, bir anda bütün İzmir doldurmuş stadı. Tek kale oynuyoruz, adamlar sahamıza dahi gelmiyor. Bir ara adamlar sağ kanattan uzun bir top attılar. Jena takımında yedi tane Doğu Almanya milli takımında oynayan oyuncu var. Adam topla buluştu fakat hücuma da kalkmıyor. Oradan bir top kesti, bizim yarı sahanın ortalarından. O top gitti, direğin dibinden kaleye girdi. Hakem Romanyalıydı. Golü vermek için epey tereddüt etti, sonunda verdi. 4-1 bitti maç, bir gol farkıyla elendik.”

“Ardından tekrar Fenerbahçe’ye teknik direktör oldum. 1978-79 sezonunda şampiyonluğu Trabzonspor’a kaptırdık, Türkiye Kupası’nı kazandık. O sene benim çok büyük şanssızlığım oldu. Cemil ve Alpaslan, ikisi birden sezon başında menisküs oldular. Almanya’da bir doktora ameliyat oldular. İkinci yarının ortasında geldiler. Ondan sonra toparlanmaları çok zaman aldı ve eski randımanlarını verme şansı kalmadı. Benim için çok büyük şanssızlıktı. Biri defansın biri forvetin en önemli oyuncularıydı. Cemil en iyi sezonlarından birini geçiriyordu. Çok büyük top oynuyordu. Antiç de ayrılmıştı. Sezon başında Belgrad yakınlarında bir yerde kamp yapmıştık. Kamp bitti, Antiç İspanya’dan teklif almış. O da orayı tercih etti, kamptan sonra Türkiye’ye hiç dönmedi. O sezon tek yabancı İvançeviç’le devam ettik.”

1979-80 sezonunun ilk yarısında Bursaspor’u çalıştıran Necdet Niş, 1980-81 sezonunda Türkiye İkinci Ligi’nde mücadele eden Sakaryaspor’a gitmiş. “Sakarya’ya giderken Fener’den yedi oyuncu götürdüm. Dört yıllık bir Sakarya macerası oldu. Benim zamanımda iki defa Birinci Lig’e çıktı. İlki 1981’deydi.” 1980-81 sezonunda İkinci Lig şampiyonu yaptığı yeşil-siyahlı takımı, küme düştüğü yıl, yani 1986-87’de tekrar Birinci Lig’e çıkarmış Necdet Hoca. “Sonra 1988’de bir de Türkiye Kupası şampiyonluğumuz oldu, Aykutların, Oğuzların zamanında.” Necdet Niş’in Fenerbahçe’den aldığı Tuna Güneysu, onun Sakarya’da başarılı olmasının sebebini şöyle açıklıyor: “O olmasaydı o takımın şampiyon olma şansı yoktu. İki şampiyonlukta da o var. O kadar enteresan bir kadro ki, çok deli vardı, genç vardı, bir de kendi halinde akıllı adamlar vardı ama deli çoktu. Bir de çok üst düzey futbolcular vardı. Otoriter biri değildi. Doğru dürüst saha çalışması bile yoktu. Sadece kalbine girerdi adamın, oynarsın. O takımı başka türlü idare edemezsin, her an savaş çıkar.”

Bu sözleri aktardığımızda şunları söylüyor Necdet Hoca: “Bizde şartlar çok farklı; Avrupalı futbolcular daha profesyonel, işini biliyor. Bizim futbolcularımızın eskiden hiç profesyonellikle ilgisi yoktu. Şimdi biraz daha toparlandı. O zamanlar çok daha farklıydı, onun için ben genelde oyuncunun ruhuna hitap ediyordum. Futbolcularla abi kardeş gibiydim, aramızda mesafe yoktu. İşte disiplin isterdim, futbolcunun özel yaşantısı beni fazla ilgilendirmezdi. Sigara içermiş, içki içermiş – o kendi zararına. Futbolcu bana sahada lazım derdim. Antrenmanda çalışacaksın, maçta da görevini yapacaksın. Odalarını kontrol edeyim gibi bir huyum yoktu.” Son olarak, çalıştırıcılık geçmişinin muhasebesini şöyle yapıyor Necdet Niş: “Dört yıl Fenerbahçe, dört yıl Sakarya, üç yıl Altay, üç yıl Ankaragücü var. Kısa vadeli hocalığım pek yok. Türkiye standartlarına göre uzun gitti. İyi intibalarla ayrıldım, çıktığım kapıyı kapatıp çıkmadım hiç. Onun da etkisi var tabii. En son 1989-90 sezonunda Ankaragücü’nü çalıştırdım. Sonra Fenerbahçe altyapısında beş yıl aralıklı olarak çalıştım. Şimdi Küçükyalı İdealtepe’de Fenerbahçe futbol okulum var. Hafta sonları oraya gidiyorum.”





Yukarıda okuduğunuz röportajı yaptıktan kısa bir süre sonra Necdet Hocanın rahatsızlandığını duydum. Yazıyı yayınladıktan iki hafta kadar sonra haber vermek için kendisini telefonla aradığımda, yazıyı okuduğunu söyleyince şaşırmıştım. Fakat Necdet Hoca’nın benden daha çok şaşırdığı, “Ben o kadar çok şey anlattım mı? Hayret,” demesinden anlaşılıyordu. Mide kanseri teşhisi konduğunu, tedavisinin sürdüğünü, kendisini iyi hissettiğini söylemişti. Maalesef bu son görüşmemiz oldu. Futbolcu arkadaşları ve talebeleri tarafından çok sevilen Necdet Niş 11 Nisan 2018’de hayatını kaybetti.
