“27 yaşında Etiler’e muhtar ettiler beni, hiç hesapta kitapta yoktu.” Karşımızda oturan beyefendi, giyimi kuşamı, sert yüz hatları ve ciddi görünümüyle, büyük bir çiftliğin reisini canlandıran bir dizi film karakterini andırıyor. Lakin bu cümleyi sarf ettiği anda, renkli anılarla dolu keyifli bir sohbet yapacağımız hissine kapılıyoruz. Bundan üç yıl kadar önce, Darüşşafaka Spor Kulübü genel sekreteri Öktem Kalaycıoğlu ile birlikte, Darüşşafaka’nın spor tarihini anlatan kitap için, kulübün milli voleybolcusu Ayhan Altuğ’u evinde ziyaret ediyoruz. Hislerimizde yanılmadığımız kısa sürede ortaya çıkıyor. Yeşil-siyahlı kulüpte İstanbul ve Türkiye şampiyonluğu, milli takımda oynarken Avrupa Şampiyonası heyecanı yaşayan Ayhan Altuğ, aynı yıllarda muhtarlık da yapmaya başlamış. Etiler muhtarı olarak atıldığı siyaset hayatına, yetmişli yıllarda ortanın solu hareketinin öncülerinden biri olarak CHP’de devam etmiş ve İstanbul milletvekilliği yapmış. Keyifli üslubuyla anlattığı renkli anılarına sık sık kahkahalarımız eşlik ediyor.

1933’te Erzincan’da dünyaya gelen Ayhan Altuğ, İstanbul’a ilk kez lisenin son sınıfını okumak için gelmiş. Çocukluk yıllarında ailesiyle birlikte çekilmiş fotoğrafı gösterip hayat hikâyesini anlatmaya başlıyor: “Depremden sonra (1939’daki büyük Erzincan depremi) Erzincan boşaltılmıştı. Biz de Hatay Kırıkhan’a gittik. Bu fotoğraf orada çekilmiş. Babam 1900 doğumluydu, o zamanın şartlarında eğitim yaygın olmadığı halde rüştiye mezunuydu. Kaymakam vekilliği yapmış, Trabzon’da emniyet müdürlüğü yapmış. 30’lu yıllarda kabadayılık, eşkıyalık yaygın. Trabzon’un ileri gelenlerinden birinin oğlu çift tabancayla dolaşıyormuş. Onun biraz fiyakasını bozmuş. Bir takım tatsızlıklar olmuş. Çok onurlu bir adamdı, istifa ediyor. Doğubeyazıt’a kaymakam vekili olarak atandı. Sonra inhisarlar müdürlüğü yaptı. Etrafında bir yolsuzluk gördü mü istifayı basıyordu. Ben lise ikiyi bitirene kadar hep Erzincan’da yaşadım. Son sene İstanbul’daki dayımın yanına geldim ve son sınıfı İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Zaten o zamanlar liseden sonra ya İstanbul’a ya Ankara’ya gitmek gerekiyordu, başka yerde üniversite yoktu. Liseye giderken dayımın Kurtuluş’taki kuru temizleme-kola dükkânında çalışıyordum. O sırada işi öğrendim. Sonra pederi kaybedince ailemi de İstanbul’a getirdim. Kurtuluş’ta başka bir yerde, küçücük bir dükkân açtım. O zaman kolalı gömlekler, manşetler giymek çok yaygındı.”
Komple sporcu
İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girmiş Ayhan Altuğ. Milli bir voleybolcu olmasıyla sonuçlanacak süreç de böylece başlamış. “Fakülteler arası voleybol maçları yapılıyordu. Hukuk Fakültesi ile finale kaldık. Benim o zamana kadar yapmadığım spor kalmamıştı. Erzincan’da çok iyi futbolcuydum. Solağım ben. Orada epey isim yapmıştım. Voleybolu okulda laf olsun diye oynuyorduk. Tabii o zamanlar eski çekme usulüyle oynuyoruz ama voleybol modern şekle geçmiş, bizim haberimiz yok. Takım eksik, altıncı olarak ben tamamladım. Eminönü Halkevi’nde maçlar yapıyorduk. Finalde biz Hukuk Fakültesi’ni yenip şampiyon olduk. Maç bitiminde yanıma iki-üç tane beyefendi geldi. Birisi Darüşşafaka antrenörü Aleksandr Holyafkin imiş, yanında eski mezunlardan Hikmet diye biri de vardı. ‘Bizde oynar mısın?’ diye sordular. ‘İyi ama ben voleybolcu değilim ki,’ dedim. ‘Biz göreceğimizi gördük,’ diye konuştular. Benim maç esnasındaki hareketlerimi beğenmişler. Darüşşafaka o zaman Türkiye ikincisi olmuş. Peki, dedim.”
“O zaman Levent’te oturuyoruz. Etrafımdakilere, ‘Yahu Darüşşafaka nerede?’ diye soruyorum. Neyse sonunda, Çarşamba’da olduğunu öğrendim. İlk antrenmana da bayağı zorlanarak gittim. O eski spor salonunun tavanı bayağı alçaktı. İlk iki antrenmana katıldım. Ben o zamanlar yüksek atlama yapıyorum, 1500 metre koşuyorum, kasa-minder hareketleri, hatta boks yapıyorum. Yani nerede ne varsa hepsine karışıyoruz. Holyafkin bana sıçra diyor. Tabii yüksek atlamacılar koşarak gelip tek ayakla sıçrıyor. Voleybolcular üç metreden gelip çift ayakla sıçrıyor. Sıçrıyorum beğenmiyor, ‘Sıçra, sıçra!’ diyor. Sonra top çeviriyor, mermi gibi suratıma atıyor. Ben elimi götürünceye kadar top suratıma çarpıyor filan, hiç sevmedim antrenmanı. Böyle iki-üç antrenman gittikten sonra bu benim işim değil diyerek vazgeçtim. Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken Hikmet’le karşılaştık. ‘Yahu niye gelmiyorsun?’ dedi. Durumu açıkladım, ‘Olmaz öyle, gel’ deyip beni apar topar götürdü. O zaman da Temmuz, yani transfer ayı. Sıraselviler’deki bölge binasında muayene filan olduk, böylece oldum Darüşşafakalı.”

molada görülüyor. Sağ başta Atila Sesören ve yanında Nasuhi Ünlü.
1956-57 sezonunda Darüşşafaka kulübünde voleybol oynamaya başlayan Ayhan Altuğ, o ilk yıl yaşadığı sıkıntıları şöyle anlatıyor: “Bu sefer kendi kendime hırs yaptım, ‘Sen beceremeyecek misin bunu?’ diye. Kendimi öyle vermişim ki, sekiz-on ay sonra herkes ‘Nereden çıktı bu?’ diye beni konuşmaya başladı. O sıralarda babamızı kaybetmiştik. Bütün ailemi İstanbul’a getirmiştim. Erkek kardeşim benden üç yaş küçük, onu ve en küçük kız kardeşimi okutuyorum. Bir yandan ben okumaya çalışıyorum, bir taraftan da evi geçindirmeye çalışıyorum. Günde 12-13 saat ayakta ütü ve kola yapıyorum. İlk zamanlar Kurtuluş’ta dayımın yanında çalışıyordum. Her derse yetişemiyorum. Saat 9’da ders başlıyor. 6’da kalkıyorum, Kurtuluş’tan tramvaya binip 8’de okula geliyorum ki, amfide yer yok. Erken gelen herkes arkadaşlarına 5-6 kişilik yer ayırmış. Birkaç sefer böyle, ta en arkalarda kalıyorum. Oradan dersi takip etmenin imkânı yok. Bir gün kafama koydum. Hoca dersi bitiriyordu, asistan mikrofonları toplarken bir mikrofonu kaptım. “Herkes beni dinlesin!” diye konuştum. Durumumu anlattım. “Bundan sonra geldiğimde canımın çektiği yere oturacağım, kim bir şey demek istiyorsa şimdiden gelsin dışarıya,” diye konuştum! Artık sabahları geliyorum, gözüme kestirdiğim yere oturuyorum. Bir gün geldiler, “Bütün düzenimizi altüst ettin, Allah aşkına söyle, nereye istiyorsan her gün senin yerini ayıralım,” dediler! Bu şekilde bir yandan üniversitede okuyorum, bir yandan dükkânda çalışıyorum, akşamları da Darüşşafaka’da antrenmanlara gidiyorum. Çek hocamız Jiri Kobrle kaytarmaya meyilli arkadaşlara beni örnek gösteriyordu. ‘Tıbbın seni incelemesi lazım, bunca çalışmadan sonra o enerjiyi nasıl buluyorsun da antrenmanlarda bu kadar çalışıyorsun?’ diye konuşurdu.

Galatasaray tek rakibimizdi
Sohbetimizin başında belirttiği gibi iyi bir futbolcu olduğunu şu anısıyla ortaya koyuyor Ayhan Altuğ: “Darüşşafaka kulübünün futbol takımı da iddialı durumdaydı. Bir gün iddialaştık, ‘Biz voleybolcular sizi yeneriz,’ dedik. Bizim Nasuhi o zamanlar zehir gibi kaleci. Ben de iyi oynuyorum. Atilla var, Beken ve kardeşi İlgün var. 6’da haftaym 12’de biter usulü baklavasına maç yaptık. Biz bunları 12-9 yendik. Ben beş gol attım. Bu sefer futbol antrenörü yakama yapıştı, ‘Yahu senin gibi oyuncum yok, illa bizim takımda oyna,’ diye. Fakat işin ilginci, voleybola başladıktan sonra o salon sporunun güzelliği yanında futbolun çamuru, küfrü filan çok itici geliyor. Demek farkında olmadan soğumuşum ki beni hiç çekmedi o teklif. Halbuki voleyboldan para kazanmıyorduk.”
Burada Öktem Kalaycıoğlu, “Sizi spor yapmaya motive eden neydi?” diye soruyor. Ayhan Altuğ da esprili bir cevap veriyor: “Galatasaray’a olan hırsımız, hıncımız!” Bu samimi cevap karşısında hep birlikte kahkahaları koyuveriyoruz. Ortam sakinleştikten sonra bu hırsın sebebini açıklıyor milli voleybolcu: “Gerçekten kabullenemiyoruz. Bizim takım topu topu yedi kişi. Birbirimize öyle bir kenetlendik ki. Galatasaray’ın voleybolda hegemonyası vardı. Sekiz sene Türkiye şampiyonu olmuş. O zamanlar Darüşşafakalı idareciler beni nasıl buldularsa bütün takımı da öyle, hep üniversitelerden toplamışlar. Orada birbirimizi tanıdık ve öyle bir kaynaştık ki, spor tarihinde öyle bir takım bir daha bir araya gelmez. Neredeyse yatmadan yatmaya ayrılıyorduk. Bütün günümüz beraber geçiyordu. Sinemaya, eğlenceye filan gitsek hep beraber giderdik. Galatasaray tek rakibimizdi. Finalde hep Darüşşafaka-Galatasaray karşılaşıyordu. Hakemler ve federasyonun bütün önde gelen kişileri hep Galatasaraylıydı. O zamanlar spor Galatasaraylıların emrindeydi. Yeniliyoruz, Darüşşafaka’ya dönünce hırsımızdan tekrar antrenman yapıyoruz, kabullenemiyoruz mağlubiyeti. Maçtan çıkıyoruz, hakemleri de yenmemiz gerekir diyoruz. Üçüncü sene yakaladık Galatasaray’ı. Teşvik turnuvası finalinde karşılaştık. Benim pis bir servis atışım vardı, falsolu giderdi. Maç sayısı için servis attım. Sinan (Erdem) abi avuta gidiyor diye eğildi, top geldi sırtına çarptı ve maçı kazandık.”

Burada araya girip kısaca bu maçın önemi hakkında bilgi verelim. O yıllarda voleybolda büyük bir hakimiyet kuran Galatasaray, İstanbul Ligi ve Türkiye şampiyonluğunu kimseye kaptırmıyordu. Darüşşafaka kulübünün voleybolu çok seven idarecisi Süreyya Yücelge ve şube sorumlusu Selim Köstengil, Galatasaray’ın hakimiyetini kırmak için saha saha dolaşıp kabiliyetli voleybolcuları toplamışlar, milli takımı çalıştırmak için Türkiye’ye gelen Çekoslovak antrenör Jiri Kobrle’yi de takımın başına getirmişlerdi. Bu adımlar ilk meyvesini 3 Kasım 1957’de oynanan Teşvik Turnuvası finalinde vermiş ve Darüşşafaka voleybol takımı Galatasaray’ı ilk kez yenmişti. “Yenilmez Armada”yı ilk kez mağlup eden takım lig şampiyonluğunda da iddialı hale gelince, yöneticilerin oyunculara yaklaşımı değişmişti. “Teşvik şampiyonu olduktan sonra lige girmek üzereydik. Darüşşafakalı idareciler bizi Maçka’da bir yere toplantıya çağırdılar. Onlar dört-beş kişiydi. Bizi tek tek toplantı odasına çağırdılar. Nasuhi gitti, beş on dakika sonra çıktı, Atilla gitti geldi filan. Ne oluyor, bir fikrim yok. Beni çağırdılar, gidip oturdum. Nasılsın filan, hal hatır sormadan sonra ne istiyorsun diye sordular. Şaşırdım, anlamadım. ‘Ne isteyebilirim? dedim. ‘Yani bir talebin var mı?’ diye sordular. ‘Yok hiçbir talebim,’ diye cevap verdim. Tabii Erzincan yokluk, sefalet, işsizlik içinde; çok sıkıntılı bir yaşantımız olmuş. Bir de, birinden bir şey istemeye hiç alışık değilim. Dokuz yaşından itibaren ailemden para istememiştim. Yaz tatiline girer girmez Fırat nehri kenarındaki tuğla ocaklarında çalışıyordum. Hatta okul açıldıktan sonra da ihtiyaçlarımı karşılayayım diye 15 gün kadar daha çalışırdım. Öyle bir tarafım da var. Ben bir şey istemiyorum deyince birbirlerine bakıp peki dediler. Geldim yerime oturdum ama hâlâ ne oluyor diye soruyorum. Bir iki arkadaşımız talepte bulunmuş ama onlar da şöyle: mesela Ender Ankaralı, yurtta kalıyor, yemek parası istemiş. O zaman da 10 lira gibi cüzi bir miktar tutuyor. Yoksa malzememizi bile neredeyse biz alıyorduk. Herhangi bir talepte bulunmadan, bir tek kuruş almadan yedi yıl oynadım Darüşşafaka’da.”

Ayhan Altuğ, İlgün Buget, Cafer Aksakal, Atila Sesören, Melih Matçora, Nasuhi Ünlü, Ünal Gökyayla, Erdal Eralp.
1957-58 sezonunda bütün maçlarında galip gelen Darüşşafaka takımı, İstanbul Voleybol Ligi’ndeki ilk ve tek şampiyonluğunu kazandı. Yeşil-siyahlı takım lig bitiminde Teknik Üniversite salonunda yapılan Türkiye Birinciliği’nde Galatasaray’a bu kez yenilince Türkiye ikincisi oldu. Ertesi sene, yani 1958-59 sezonunda iki takım arasındaki rekabet artarak devam etti. Darüşşafaka-Galatasaray voleybol maçları, futboldaki Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin küçük bir modeli gibi olmuştu. 7 Aralık 1958’de iki takım arasında oynanan lig maçı, Spor Sergi Sarayı’nın bir fuar dolayısıyla maçlara kapanması yüzünden Teknik Üniversite salonuna alınınca, seyirciler içeri girebilmek için kapıları kırmıştı. Lig maçlarında Galatasaray’a iki kez ve Bakırköy’e bir kez yenilen Darüşşafaka, sezonu üçüncü olarak kapadı. Fakat tarihindeki en büyük başarıyı bundan kısa bir süre sonra yaşadı ve 1958-59 Türkiye şampiyonu oldu. Gerçi bu şampiyonluk kolay gelmemişti. Darüşşafaka ilk maçta Bakırköy’e 3-1 yenildi. Ertesi gün Galatasaray Bakırköy’ü 3-1 yendi. Üçüncü gün Darüşşafaka Galatasaray’ı 3-1 yenince her şey eşitlendi ve şampiyonun belirlenmesi için Darüşşafaka ile Bakırköy bir maç daha yaptılar. Bu maçı 3-2 kazanan Darüşşafaka voleybol takımı ilk ve tek Türkiye şampiyonluğunu kazandı. Ayhan Altuğ o turnuvayı şöyle hatırlıyor: “Türkiye şampiyonu olduğumuz sene Galatasaray, Bakırköy ve biz iddialıyız. İlk maçta Bakırköy’e yenildik. Tepebaşı’nda, Pera Palas karşısında bir otelde kamp yapıyorduk. Yenilince hepimiz şok olduk. İdareciler iddiamız kalmadı diye kampı dağıttılar. İşte takım ruhu denen şey orada kendini gösterdi. Bir araya geldik, kendi imkânlarımızla kampı devam ettirmeye karar verdik. Oturduk, hesap kitap yaptık. Bakırköy Galatasaray’a yenilirse, biz Galatasaray’ı yenersek, bir üçüncü maç imkânı doğacaktı. Gerçekten düşündüğümüz gibi oldu. Puanlar, setler her şey eşit olunca Bakırköy’le tekrar bir final maçı yaptık. Herkes şaşırmıştı o hesapların nasıl tuttuğuna.”

Amatör bir ruhla voleybol oynayan sporcular, yeşil-siyahlı kulübü de bir yuva gibi benimsemişlerdi. Bunda eski mezunların kendilerine gösterdiği yakınlığın da büyük rolü olduğu milli voleybolcunun şu sözlerinden anlaşılıyor: “Darüşşafaka gerçekten ayrı bir kültür, biz bunu o yıllarda kendi gözümüzle gördük. Türkiye’nin neresine gidersen git Darüşşafakalılık bir başka kucaklıyor seni. Belli noktalarda, muhakkak o bürokratların içinde eski mezunlar var. Darüşşafaka takımı gelmiş diye haber alınca bir sürü insan geliyor. Yani nereye gidersek gidelim hiç yabancılık çekmiyorduk. Bizi ağırlamak için yarışırlardı. İdarecimiz Süreyya Yücelge çok ilginç bir insandı. Hayatında bir kez olsun topa vurmamış, hiçbir spor yapmamış fakat bizi nasıl sahiplendi, anlatamam. Aileler arası görüşmeler filan. Süreyya abi antrenmanlara gelirdi, nasıl heyecanlanır, her seferinde kenarda ceketini çıkarıp atardı. Kaçan toplarda, top toplayıcı gibi bize yardımcı olurdu.”

Kardeşim beni Galatasaray’a satmış!
Darüşşafaka’yı bu kadar benimseyen Ayhan Altuğ, kulüpten ayrılmayı hiç düşünmediği halde 1961-62 sezonunda kendisini birden Galatasaray’da bulmuş. Bu beklenmedik gelişmenin hikâyesini onun mizahi yorumuyla dinliyoruz: “Biz lig şampiyonu olduktan sonra Galatasaray benim peşime düştü. Meno Zamboğlu diye bir idarecisi vardı, illa beni almak istiyorlar. Ben de diyorum ki, ‘Beni alıp ne yapacaksınız? O zaman Darüşşafaka zayıflayacak, yine Galatasaray şampiyon olacak. Yani benim size gelmem spora bir şey kazandırmaz. Biz nasıl Darüşşafaka’da yoktan bir araya geldik, siz de okulunuzdan oyuncu alın,’ diyordum. Bayağı ciddi teklifler yapıyorlardı ama ben rekabet olmalı diye karşı çıkıyordum. Bir de Darüşşafaka’ya ihanet edecekmişim gibi geliyor bana, kabullenemiyorum. 1961 anayasası için yapılacak referandum öncesi anayasayı halka anlatmak için yurdu dolaşmaya başladık. O sırada henüz transfer mevsimi değildi. Ben giderken belgelerimi kardeşime bırakmıştım. Kasaba kasaba, köy köy dolaştık, halka neden evet denmesi gerektiğini anlattık. Bir gün kulüpten bir telgraf geldi, ‘Galatasaray’a geçtiğine dair haberler var, ne diyorsun?’ yazıyordu. Ben de, ‘Ne Galatasaray’ı, belgeleri kardeşime bıraktım, gidin alın,’ diye cevap gönderdim. Meğer kardeşim belgeleri vermek için bir iki kez gitmiş, Darüşşafakalı idarecileri bulamayınca bozulmuş. Galatasaraylılar da peşinde olunca bütün belgeleri onlara vermiş, 2.500 lira da para almış – ki o zaman için iyi para. Beni Galatasaray’a satmış!” Burada bir kez daha kahkahalar kopuyor. Ortam sakinleştikten sonra devam ediyor Ayhan Altuğ: “Bir süre sonra kardeşimden, ‘Ben seni Galatasaray’a verdim’ diye mektup aldım. Oysa biz boğa kırmızıyı gördüğünde nasıl tepki verirse Galatasaray lafını duyunca öyle tepki veriyoruz. Yedi sene boyunca yatmışız Galatasaray, kalkmışız Galatasaray. Ben şimdi ne yapacağım, nasıl oynayacağım diye düşünüyorum.”

Önden itibaren: Alp Orhun, Yüksel, Cengiz Erverdi, Nasuhi Ünlü, Yıldıray Pağda, Yalçın Gördürür, Engin,
Beken Buget. En arkada, üstte Ayhan Altuğ görülüyor.
Ayhan Altuğ 1961-62 sezonunda, bu kez sarı-kırmızılı formayla şampiyonluk yaşamasının hikâyesini şöyle anlatıyor: “Galatasaray’da oynarken başıma hayatımda hiç unutamadığım bir olay geldi. Biz bütün maçları aldık, Darüşşafaka bütün maçları aldı, geldik finale. Sahaya çıktık. Yıllar yılı o tribünlerdeki seyirci Ayhan Altuğ’u Darüşşafaka’da görmeye alışmış. Doğulu olmam sebebiyle arkadaşlar bana “Koçero” diye bir lakap takmışlardı. Maçtan önce ısınıyoruz, Ender geçerken bir omuz vuruyor, ‘Ulan Koçero, iyi oynama’ diyor! Tribünde Darüşşafakalı talebeler, ‘Abi bizi niye bıraktın?’ diye sesleniyorlar. Benim moral bayağı bozuldu tabii. O sırada kız kardeşim de Kütahya’ya gelin gidecek. Düğün tarihiyle maç tarihi çakıştı. Bütün basında, ‘Ayhan Altuğ eski takımına karşı oynamamak için Kütahya’ya düğüne mi gidecek,’ türünde yazılar çıkmaya başladı. Galatasaraylılar bu tip propagandayı çok iyi bilir. Öyle bir baskı altına aldılar ki beni, anneme, ‘Kusura bakma, sen kız kardeşimi al git. Benim bütün hayatım bu maça bağlı, herifler beni sırf bu maç için aldı,’ dedim. O dolduruşla inanın hayatımın oyununu oynadım. Ertesi günkü gazetelerde, ‘Sahanın en iyisi Ayhan’dı’ diye yazıldı.”

Galatasaray’da bir sezon geçiren Ayhan Altuğ’un yeni kulübü, ezeli rakip Fenerbahçe olmuş. 1962’den 1969’a kadar tam yedi sezon sarı-lacivertli renklere hizmet etmiş. “Galatasaray şampiyon oldu. Yöneticilere gittim, ‘Benim görevim artık bitti, ben gidiyorum,’ dedim. Fakat tekrar Darüşşafaka’ya dönemedim, voleybol takımı o sırada dağılmıştı. Fenerbahçe’nin voleybol takımı o sırada zayıftı. Kafamda hep voleybolda bir rekabet yaşatmak var. O yüzden Fenerbahçe’ye gittim. Atila ile Nasuhi de Fener’e geldi. Böylece ortaya Fener-Galatasaray rekabeti çıktı ve yedi yıl da Fenerbahçe’de oynadım. 39 yaşına kadar sahalardaydım. Fenerbahçe’de bir kız takımı ve genç takım kurdum. O genç takım Türkiye şampiyonu oldu. Fenerbahçe’de oynarken bir yandan Levent takımını çalıştırıyordum. Levent’i birinci kümeye çıkardım. Meşhur sünnetçi Kemal Özkan kulüpte idareciydi. Bana, ‘Takımı çıkardın, şimdi kümede tutmak gerekiyor, gel takımın başına,’ dediler. O tarihe kadar Fenerbahçe’den de bir kuruş para almamıştım. Bizim kuşak her şeyi hep bedava yaptık. Oktay da benimle Levent’e geldi. Benim yarı yaşımdakilerle aynı sahada oynuyordum. Levent’i üç sene birinci kümede tuttuk. O zaman artık politikanın içine de girmiştim. Teknik Üniversite salonunda maça çıkıyoruz. Birileri tribünden bağırıyor: “Haydi Koçero!” Başka birileri, “Haydi muhtar!” diye bağırıyor. O sırada CHP Beşiktaş ilçe başkanlığı yapıyorum, o yüzden bir grup da “Haydi başkan!” diye bağırıyor! O zaman evlenmiştim, benim hanım maçlara geliyordu. ‘Yahu sen nasıl sağlam kalıyorsun maçlardan sonra?’ diye sorardı.”

Ayhan Altuğ Darüşşafaka’da oynadığı yıllarda milli takımda da forma giymiş. Ay-yıldızlı formayla yaşadığı unutulmaz bir anısını şöyle anlatıyor: “1958’de Çekoslovakya’da yapılan Avrupa Şampiyonası’na katıldık. Eskiden Galatasaray’ın ilk altısı milli takımda oynardı. Takviye olarak da Darüşşafaka ile Bakırköy’den bir iki kişi alırlardı. Biz hakim duruma geçince bizden aslında ilk altıyı almaları gerekiyordu. Sırf dengeyi kurmak için beş bizden beş Galatasaray’dan aldılar. Bakırköy’den de Şevket ile Yalçın alındı. Avrupa’da ilk sekiz genellikle sosyalist bloktaki ülkelerden oluşuyordu. İlk sekizin arasına girmemize imkân yoktu. Sekizden sonrası için İtalyanlarla dokuzunculuk iddiamız vardı. O maçta bir Doğu Alman hakem vardı. Öyle bir taraf tutuyor ki, dahile vuruyoruz avut diyor. Banttan gidiyor, bloktan çıktı diyor. Biz hırsımızdan delirdik. Maç beşinci sete gitti. Bir onlar, bir biz sayı alıyoruz. İtalyanlar maç sayısı attı. Biz karşıladık, top karşıya geçti. Onlar smaca gelince biz bloğa kalktık. Top banttan avuta çıktığı halde hakem elimden çıktı diye maçı bitirdi. Ben bu konularda çok hassastım. Galatasaray’la oynadığımız bir maçta top tırnağımı yalayıp dışarı çıkmıştı. Hakem görmediği halde ben elimi kaldırmıştım. Hatta Ender filan kızmıştı bana. İşte o Doğu Alman hakem maçı bitirince sinirlendim. Adamı tuttuğum gibi aşağı indirdim, sille tokat giriştim. Bizim federasyon başkanı Vahit Çolakoğlu, ‘Dur evladım ne yapıyorsun!’ diye bağırdı. Güya adamı elimden kurtaracak ama bir baktım o da alttan hakemi tekmeliyor! Soyunma odasına dönünce o hırsla kapıya bir yumruk attım. Bir süre sonra parmağım balon gibi şişti. Herhalde incindi diye düşündüm. Mihmandarımız bir hanımdı. Beni hemen götürdü, iki parmağıma atel koyup sardılar, kolum askıya alındı. Bana ne kadar ceza verirlerse versinler, zaten parmağım kırıldı, umurum değil diyorum. Fakat müşahitler artık nasıl rapor verdiyse, o hakem iki yıl müsabakalardan men edildi, bana hiçbir ceza verilmedi. Hepimiz şaşırdık.”

Sen artık muhtarsın
Voleybol faslını burada kapatıp Ayhan Altuğ’un siyaset yaşamına dönüyoruz. Bu yolun başlangıcı olan muhtarlık yıllarını anlatmaya başlıyor: “27 yaşında Etiler’e muhtar ettiler beni, hiç hesapta kitapta yoktu. Etiler’e yeni gelmiştim, her taraf bomboştu o zaman. Daha muhtar olmadan önce Türkiye’de ilk kez kırmızı toprak basketbol-voleybol sahasını ben yaptım. O zaman bir tek TED kulübünün Elmadağ’da kırmızı toprak tenis kortları vardı. Orayı görüp imrenmiştim. Kafaya koydum kırmızı toprak saha yapmayı. Çamlık’ta şimdi kebapçıların filan olduğu yer boştu, sahayı oraya yaptım. Orada Naciye Sultan’ın av köşkü vardı. Fakat toprağı bulmak meseleydi. Şimdi Futbol Federasyonu’nun kullandığı “Perili Köşk” denen binanın olduğu yerde boş araziler vardı. Keşfe çıktım. Onun eteğinde nasıl kına gibi bir kırmızı toprak var, fakat paramız yok. Gençleri topladım. Kazma kürek elimizde toprağı orada eletiyorum. Bir sefer 30 liraya kamyon tutup getirttim. İkinci sefer 35 lira diyorlar, 5 lira pazarlık edip indirttim. Neyse toprağı taşıdık, sonra etrafı çevirip ışıklandırdım. O zaman yazlık sinemalar modaydı. Bir de sinema koydum. Zeki-Metin ikilisi o zaman daha Eminönü Halkevi’nde yeni sahneye çıkıyordu. Onları getirtip pantomim oynatıyordum, pantomim çok kişi bilmez. Fenerbahçe ve Galatasaray basketbol takımlarını getirip gece maçları yaptırıyordum. Ben kendim de voleybol oynuyordum. Bir anda ben orada göze batan biri oldum. Bizim saha ve temsiller bütün Levent’te filan yayıldı, herkes geceleri oraya gelir oldu.”
“O sırada kuru temizleme – kolalama dükkânı açmıştım. Tabii sonra sonra öğreniyorlar benim üniversitede okuduğumu ve milli sporcu olduğumu. ‘Yahu bize hiç söylemedin spor yaptığını,’ diye konuşuyordu müşteriler. Bir gün bir polis geldi, “Kaymakam seni çağırıyor’ dedi. Kaymakama gittim. Çıkardı bir mühür koydu masanın üstüne. ‘Sen artık muhtarsın,’ dedi. Mahalle daha yeni olduğu için ilk muhtar ben olacağım. Benim o zamana kadar muhtara iki defa işim düşmüş. Birincisi, üniversiteye girerken ikametgâh almak için, ikincisi askerlikle ilgili. ‘Ne yapar, ne eder muhtar hiç bilmem,’ dedim. Kaymakam, ‘Ben soruşturdum, senden başkasına güvenmiyorum, sen yaparsın bu işi,’ dedi. Anan yahşi, baban yahşi, sonunda mührü aldım. Dükkâna gelince bir kâğıda “Etiler muhtarı” yazıp astım. O zaman daha 27 yaşındayım. İnsanların aklına muhtar deyince yaşlı başlı insanlar geliyor. Mesela bir vatandaş geliyor, ‘Evladım baban yok mu?’ diye soruyor. Benzetemiyor beni tabii muhtara haklı olarak! ‘Muhtar benim,’ deyince ‘Aaa!’ diye şaşırıyor. O zamanlar sadece Eti Yapı Kooperatifi tarafından yapılan villalar vardı. Bir de bankalar ikramiye olarak müşterilerine daire verirdi. Bankaların yaptığı birkaç apartman var. Onun dışında her taraf boş. Uçaksavar Sitesi, Profesörler Sitesi diye kooperatiflerin siteleri yapılıyordu. Muhtarlığa başladığım zaman seçime kadar yaparım bu işi diye düşünüyordum. Bir buçuk sene sonra seçim vardı. Aklımdan adaylık filan geçirmiyordum. Bu arada öyle işler yapmışım ki farkında değilim. O zaman oralar hep çiçekçi tarlaları, çilek tarlaları. Çiçekçiler Kooperatifi kurdum. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin akabinde oluyordu bunlar. 1963 seçimlerine yakın bir Adalet Partisi (AP), bir de CHP’den muhtar adayı çıktı. Ben aday olmayacağım diyordum. O zaman Turan Güneş, ablası, Fenerbahçeli Naci Erdem filan bir grup oradalar. Eski DP milletvekilleri ağırlık bir kooperatif vardı. AP adayının Aygaz bayisi ve bakkal dükkânı vardı. CHP adayı Bebek’e inerken bir büfe işletiyordu, emekli albaydı. Artık kurtulacağım muhtarlıktan diye düşünüyordum. Bir gün bir baktım, Turan Güneş’in abisi Saffet Güneş, benim İstanbul Erkek Lisesi’nden fizik hocam, Ata Koleji vardı, onun müdürü, Tatko’nun genel müdürü – bunlar bana geldiler. ‘Duyduk ki aday olmuyormuşsun, biz seni bırakmayız, gerekirse senin ihtiyar heyetin oluruz,’ dediler. Olmayacağım dedimse de dinletemedim. Nasıl kaymakama gücüm yetmediyse onlara da gücüm yetmedi. Artık adaylığın son günüydü, gittim müracaat ettim. Öbür iki aday harıl harıl çalışıyordu, partililer arkalarındaydı.”

“Oleyis yapı kooperatifi yeni oluşuyordu. Kooperatif başkanını AP adayı baş aza adayı olarak almış. Bu işleri iyi biliyorlar. Biz talebelikten geliyoruz, siyaset nedir bilmiyoruz daha. Kooperatif bir adayları tanıma toplantısı düzenledi. Kalktım gittim. İki aday yanlarında ikişer üçer kişi, haritalar filan gelmişler. AP adayına söz verdiler. Yarım saat konuştu, bir sürü vaat verdi. CHP adayı da konuştu, vaatlerini sıraladı. Sonra bana döndüler, ‘Sen ne vaat ediyorsun?’ diye sordular. Şöyle bir baktım onlara, ‘Hiçbir şey vaat etmiyorum,’ dedim! Ben öyle deyince adamlar şaşkınlıktan mosmor oldu. Ben konuşmaya devam ettim. ‘Ya ben muhtarlığı bilmiyorum, ya da bu beyler kendilerini belediye başkanı adayı zannediyorlar. Hatta belediye başkanı bile olsalar yapamayacakları şeyleri vaat ediyorlar. Bunların karşısında ben bir şey vaat etmiyorum,’ dedim! ‘Fakat ben bu adaylardan daha gencim, daha enerjiğim ve bu işi daha çok biliyorum,’ diye devam ettim! Seçim sonucunda hiç unutmuyorum ikisine de 43-43 oy geldi, ben onları ikiye katladım. O kadar oy alacağımı tahmin etmiyordum ama demek ki o süreçte epey iş yapmışım. O zaman kooperatifleşme bilinmiyordu, şu andaki mevcut çiçekçiler kooperatifinin kurucusu benim.”
“Böylece üç dönem Etiler muhtarlığı yaptım. Benden sonra yirmi yedi yıl kardeşim yaptı. Şu anda da bir kızımız var Etiler muhtarı olarak, benim yeğenim. Muhtar olduktan sonra politikanın içine çekildim. Bu sefer partililer sürekli geliyordu. AP, CHP, o zamanki TİP üyeleri kendilerine katılmamı istiyordu. 1965 seçimlerine giderken İnönü’nün “ortanın solundayız” lafı biz gençleri oraya yöneltti. Seçimlerden önce muhtarlığımla CHP’ye gittim. Fakat partinin içine girmek TİP’in söylemleri yanında beni çok etkilemedi. 1961 anayasası bir-iki şey hariç gerçekten önemli bir olaydı. Biz 27 Mayıs öncesi üniversite olaylarına karışmıştık. O zamanlar şimdiki gibi biber gazı yoktu, atlı polislerden cop yemiştik. 27 Mayıs’tan sonra referanduma sunulacak 1961 anayasasını halka tanıtmak için hepimiz memleketlerimize dağıldık. Ben de Erzincan’a gittim.”

Ecevit hareketini biz omuzladık
Ayhan Altuğ CHP’ye üye olduktan sonra Bülent Ecevit’in önderliğini yaptığı ortanın solu hareketinin İstanbul teşkilatı içindeki aktif savunucularından biri oluşunu şöyle anlatıyor: ‘Ecevit’i Ecevit yapan biz olduk, neredeyse keşfi de bana aittir. Adalet Partisi 1965 seçimlerinde çok yüksek oy alınca CHP parti meclisi ortanın solu politikasını suçladı. O zaman da biz bu düşünceye isyan ettik. Parti meclisi 43 kişiden oluşuyordu. Üç isim ortanın solunu savunuyordu: Bülent Ecevit, Şükrü Koç, Fevzi Hakkı Esatoğlu. Levent civarında dört mahalleyi – Konaklar, Akatlar, Levent, Etiler – baş harflerinden türeterek Kale adı altında, ilçe yönetimine rağmen bir araya getirdim. Onların gözünde ben komünistim. ‘Bu komünist nereden çıktı?’ gibisinden laflar dolaşıyor. Levent’te Çit düğün salonu vardı, onun sahibi olan arkadaşım partiliydi. Orada her Perşembe toplantılar düzenledim ve bir ilke getirdim: bir gelen yanında muhakkak bir kişiyle gelecek. Bu Kale toplantıları çığ gibi büyüdü, her yerde konuşulur hale geldi. O zaman İnönü’nün dünürü Ali Sohtorik İstanbul il başkanıydı. Ona gidip toplantı düzenlemek istediğimi söyledim. Bülent Ecevit’in de özellikle toplantıya katılmasını istedim. Onu henüz kimse tanımıyor fakat 1963-64’teki CHP-AP koalisyonunda çalışma bakanlığı yapmış. 274-75 sayılı toplu iş sözleşmesi yasasını hazırlamış. İşçi haklarında büyük ilerleme sağlamış, oradan sol tandanslı olduğunu biz biliyoruz. O koalisyon hükümetinin kurulma hikâyesi de enteresandır. AP, devrilen DP’nin devamı. AP’liler İnönü’yü Menderes’i astırmakla suçluyorlar halbuki İnönü onu kurtarmak için çok büyük mücadele vermiştir. Demirel İnönü ile görüştüğünde, ‘Benim parti örgütüm bu koalisyonu kabul etmez,’ diyor. İnönü, ‘Sen parti örgütünü topla, ben gelip konuşayım,’ diyor. Nitekim AP meclis grubu toplantısına İnönü gidiyor. Salona ilk girdiğinde bir sürü homurtu duyuluyor. Grupta bir buçuk saat boyunca konuşuyor ve bittiği zaman onu herkes alkışlıyor. Koalisyon hükümeti işte öyle kurulmuştu o zaman. Ecevit’i düğün salonundaki toplantıya çağırdım. Ortada bir alanı boş bıraktırdım. O zamanlar Profesörler Sitesinin inşaatında çalışan işçilerden 15 kadarını iş kıyafetleriyle yanıma aldım. Tam toplantının başlama saatinde onlarla birlikte salona girdim. Bülent Bey yaklaşık 40 dakika konuştu. Sonra işçilerle soru-cevaplı bir sohbet yapıldı. ‘Kime oy veriyorsunuz?’ diye sorulunca çoğu ‘Demirkırata’ diye cevap veriyordu. ‘Niye bize vermiyorsunuz? Şu şu hakları getirdik, bunları biliyor musunuz?’ diye sordu. Hiç kimsenin haberi yoktu. Sonra ben konuştum. Bu durumu örnek verip 1965 seçimlerinde niye yeterince oy alamadığımızı anlattım. Parti işçilere sağlanan bu haklarla ilgili hiçbir şey anlatmamış. Sonra Bülent Bey’e sordum, ‘Parti meclisinde sizin gibi düşünen kaç kişi var?’ diye. ‘İki-üç kişi’ cevabını verdi. ‘Bu bize yeter. Şu salonda gördüğünüz insanlar olarak biz de sizin gibi düşünüyoruz, lütfen o söylemlerinize devam edin,’ dedim. Bunun üzerine, ‘Ben de sizin bu tip toplantılara devam etmenizi rica ediyorum,’ dedi. Böylece Ecevit hareketini İstanbul örgütü olarak biz omuzladık, zaten İstanbul olmazsa hiçbir hareket gelişmez.”

“Böylece İnönü’ye karşı Ecevit’in yanında yer aldık. Tabii İnönü gibi bir isme karşı mücadele etmek çok zor bir işti. Beşinci olağanüstü kurultay çok ilginçti. 113 kişilik İstanbul delegasyonu olarak tek fire vermeden Bülent Bey’in yanında yer aldık. Sonunda onu genel başkan yaptık. Ben de 1973’ten 12 Eylül 1980’e kadar İstanbul milletvekilliği yaptım. Fakat politika çok ilginç bir kurumdur. 1978’lerde bu sefer Bülent Bey bizden korkup kurtulmaya çalıştı. Ben her yerde o örneği veririm. Solculuk paylaşım demektir. Ben gençliğimde kolektif spor yaptım. Bireysel spor yapsam belki bu düşünce içinde olmazdım. Kolektif sporda insan birbirinin hatasını görmez, onu nasıl kapatırım diye düşünür. Birbirimizin eksiğini kapatmaya alışmışız. Politikayı da spor gibi algıladım. Fakat çok zorlandım çünkü politika çok kaypak bir zemin. Orada rakibinin ayağını ne kadar kaydırırsan kendine o kadar yer açmış oluyorsun.”

1977 seçimlerinde CHP İstanbul milletvekili olarak meclise giren Ayhan Altuğ, “11’ler olayı” adıyla siyasî tarihimize geçen, Adalet Partili 11 milletvekilinin istifa edip bağımsız olarak Bülent Ecevit’in kurduğu hükümette yer alması hakkındaki ilginç ayrıntıları da anlatıyor: “1977’de MC hükümetinin yıkılmasına yol açan 11’ler olayının mimarları arasında yer alan üç-dört kişiden biri benim. Herkes o olayı yanlış bilir, biz onların hiçbirisine bir şey vaat ederek çağırmadık. Onlar MHP’li bakanların AP’lileri bile görevden almalarına isyan ettiler ve partilerinden ayrıldılar. Onları İstanbul’da bir ay korumaya aldık. Güneş Motel denildi ama hiç ilgisi yok. Birçok gazeteden işin aslını anlatın diye röportaj teklifinde bulundular ama tenezzül etmedik. Onun için basın bu işi hep yanlış yazdı. Sahil yolunda Kalyon Oteli vardır, sahibi CHP’liydi. Bütün oteli boşalttık. Bizim gençleri otele getirdik, Oleyis sendikasından CHP’li garsonları, aşçıları getirdik. Ankara’dan gelen milletvekillerini aileleriyle birlikte orada ağırladık. Bir ay süreyle ben de onların arasında kaldım. Bülent Bey İstanbul’a geldiği zaman o senelerde Cağaloğlu’nda bulunan Hürriyet binasının önünden geçerken görülüyor. Hürriyet’ten gazeteci arkadaşım Erol Gönenç onu takip ettiriyor. Biz bir süre sonra keşfedildiğimize dair haber aldık ve 15 dakika içinde bütün oteli boşalttık. Yedekte tuttuğumuz Güneş Motel’e geçtik. Ben arada Ankara’ya gidip gelerek irtibat kuruyordum. Ben Ankara’dayken Erol motele telefon ediyor. Santralda bizim gençler görev yapıyordu. Telefonu açana, ‘Ben Ayhan Altuğ’um, bana Yalçın’ı bağlayın,’ diyor. Çocuk ne bilsin, “Yalçın bey şimdi genel başkanla içeride toplantıda,’ diyor. Bir süre sonra çocuklar Yalçın’a söylüyorlar. O beni arayınca iş ortaya çıktı.”

Milletvekilliği 12 Eylül 1980 darbesiyle sona eren Ayhan Altuğ, siyasetle ilişkisini hiç kesmemekle birlikte, aktif olarak devam etmemiş. Halen Büyükçekmece yakınlarında, meyve ağaçları ve tavuklarla dolu geniş bir bahçeye sahip evinde, sakin bir hayat sürüyor.


1973 yılında CHP Beşiktaş’ta siyasete girmeme neden olan Sayın Ayhan Altuğ ile birlikte siyaset yapmak şansına sahip oldum.
Karakterli ve dürüst siyaseti kendisinden öğrendim.
Onun gösterdiği yolda,terörün en tepe olduğu noktada hedef gösterilmemize rağmen başarılı bir siyaseti Gençlik Kolu Başkanı olarak yaptım.
Bugün İstanbul’da hala efsane gençlik kolları olarak anılan ilçe gençlik kollarının arasında anılan Beşiktaş Gençlik Kolunun Başkanı olmam Sayın Ayhan Altuğ’dan aldığım siyaset Feyz’i sayesindedir.
Kendisine nice uzun, sağlıklı güzel günler dilerim.
BeğenBeğen