Kırklı yılların üç büyüklere kafa tutan Vefa takımı, profesyonel ligler kurulmadan önce memleketin birçok şehrinde yüzlerce gence spor ve iş imkânı sağlayan Sümerspor takımları, bir zamanların sporcu ve sanatçı kaynağı Bakırköy, şimdi yerinde bir alışveriş merkezinin bulunduğu Barutgücü sahası… bütün bunların tanığı olmuş kaleci Sami Oktaymen’le renkli hayat hikâyesi ve Bakırköy’ün eski günleri üzerine konuşuyoruz.

“1926 doğumluyum. Tarsus’ta dünyaya geldim. Çocukken ayrıldım oradan. Yedi yaşındaydım galiba, babam öldü. Dört kardeşin en küçüğüydüm. Büyük abim liseye gidiyordu, bize bakmak için mektebi bıraktı. Kayseri’de Sümerbank fabrikasına girdi. Biz de Kayseri’ye taşındık. Kayseri Sümerspor’da yedek kaleciydim. Santrfor oynardım. Bir gün bir maç oynanıyor. Ben yedek kaleci soyunmuşum. Kale arkasında antrenörle beraber oturuyoruz. Daha 14 yaşındayım herhalde. Antrenör, ‘İyi kalecisin ama çok küçüksün, seni oynatmaya korkuyorum,’ dedi. Benim bildiğim kaleci olunmaz, doğulur. Bana hiç kimse bir şey öğretmedi. Kendimi bildiğimden beri kalecilik yapıyordum. Hep kendi kafamla, kendi icad ettiğim oyunu oynadım.”

Sami ve Talha Oktaymen kardeşler, bir müddet Vefa’da birlikte oynamışlar.
Sami Oktaymen, Sümerspor’da futbol sahalarına ilk adımını attığı sırada, abilerinden biri olan Talha, Vefa’da oynamaya başlamış. Ondan bir müddet sonra kendisi de, o yıllarda ülkenin en güçlü kulüplerinden biri olan Vefa’nın kalesine geçmiş: “Bir büyük abim liseye gidiyordu. Kayseri’de başlamıştı, güzel bir oyuncuydu, sağ haf oynardı. Sümerspor’a bir antrenör geldi, Rebii Erkal. Bir sene çalıştırdıktan sonra ayrıldı. Ayrılırken Vefa’yla anlaşmış, abimi de aldı, beraber götürdü. İstanbul’da bir abim daha vardı, astsubaydı. Bizi çağırdı. 1942’de geldik, Bakırköy Osmaniye’ye yerleştik. Bakırköy’deki ortaokula almadılar, ben de Kumkapı Gedikpaşa’da okula gittim.”

“O zaman bizim mektep sabahtan öğlene kadardı, öğleden sonra başkaları okurdu. Öğleden sonraları boşum. Antrenman günleri Salı, Perşembe’ydi o zaman. Eve gitmezdim, onların antrenmanına giderdim. Kenarda durur seyrederdim. Düşündüm, ben de girip antrenman yapayım diye ama bir kaleci var. Aynı zamanda formalara falan bakan birisi. Esas kaleci Muvahhit Afir, askerlik görevi nedeniyle Ankara’ya gitmişti. Kayseri’de santrfor oynadığım için girdim, ortada oynuyorum. Küçük olduğum için kimse de pas vermiyor, ortada dolanıyorum. Bir gün kaleci antrenmanı bıraktı gidiyor. Giderken ‘Eldivenleri ver,’ diye seslendim. Aldım eldivenleri, geçtim kaleye. Ortada dolanan birisi kaleye geçtiği zaman, oyuncular ne yapar? Önüne gelen şut atar, santradan vururlar. Benim de canıma minnet. Başladım sağa sola atlamaya. Kalenin arkasında bir bey duruyor, paltolu, fötr şapkalı. Yanında da genç bir delikanlı var. Antrenman bitti, çıktık gidiyoruz. O bey seslendi: ‘Kaleci sen kal,’ dedi. Bilmiyorum, kimdir, nedir. ‘Topu da al,’ dedi. Çıkardı paltoyu, şapkayı, yanındaki çocuğa verdi. Ben topu yuvarlıyorum, o vuruyor. Kucağıma gelen topa bile atlıyorum. Tam da o sıralarda Muvahhit’in askerliği bitmiş, gelmiş. Onu çağırdı. ‘Bak oğlum, bu çocuğu sen yetiştireceksin,’ dedi. O fötr şapkalı adam meğer kulüp başkanıymış. Galiba Remzi Tatari’ydi.”


“O günden sonra öbür kaleci bir daha antrenmana çıkmadı, hep ben çıktım. Aradan bir veya iki hafta geçti. O zamanlar Fuar Kupası vardı. İstanbul, İzmir, Ankara karmaları İzmir’de oynardı. Fuar Kupasına gidecek takım hazırlanmış. Bizim Vefa kulübünün binası daha yeni bitmiş, Pazar günü açılış yapılacak. Maça çıkacak mıyım bilmiyorum ama gittik. Bir kaleci daha gelmiş. Galip abi, ‘Birinci devre sen oynayacaksın, ikinci devre öteki,’ dedi. Çıktık sahaya, ilk devre 0-0 bitti. Haftaym az olduğu için ben koşa koşa geldim, soyunayım da üstümdekileri vereyim diye. Şimdiki gibi kat kat öteberiler yoktu o zaman. Bir kazak vardı, bir dizlik, bir de eldiven. Çıkardım verdim, o sırada takım geldi içeriye. Galip abi ‘Ne oldu, niye soyundun?’ diye sordu. ‘Sen böyle böyle söyledin abi,’ dedim. ‘Yok, yok, giyin, sen devam edeceksin,’ dedi. Beğenmiş herhalde. Öylece girdim takıma. Fakat öbür kaleci Kazım’dan daha iyi olduğum halde Rebii Erkal beni oynatmazdı. Hep üç büyüklere karşı oynatırdı, biçimsiz goller yiyeyim de rezil olayım diye. Ben de hep güzel oynardım. Bir kere İstanbulspor’a, bir kere de Beykoz’a karşı oynadım.”

Sami Oktaymen futbol aşkı yüzünden ortaokulu bitirememesini şöyle anlatıyor: “Talebeler o zaman futbol oynayamıyordu. Ben Vefa’da oynuyordum. Fenerbahçe’yle berabere kaldık. Öyle olunca Fenerbahçe şampiyonluktan oldu. Cihat’a çok ısrar ettiler itiraz et diye. O zaman sadece kaptanlar itiraz ederdi. O da neden bilmiyorum, itiraz etmedi. Onun üzerine bizim idareciler, Pazartesi erkenden gitmişler mektebe, tasdiknamemi almışlar.”

Vefa kalesini koruduğu günlerden hatırladığı bir anısı, o yılların iki yıldız futbolcusuna ait: “Fenerbahçeli Melih Kotanca, Galip abiyi bir kere geçemedi. Ona uzun uzun paslar atıyorlardı. Galip abi iyi koşamazdı. Benim oyuna başlamamdan bir sene evvel ayağı kırılmıştı, onun için koşusu pek iyi değildi. Ne yapsın? Melih Kotanca 100 metre şampiyonuydu, 100 metrede Balkan Şampiyonu olmuştu. Ona uzun top atarlardı, o da koşar, koşar gol atardı. Galip abi koşarken kolunu onun karnına dayardı, Melih bir adım öne geçemezdi. Hakem arkada olduğu için göremezdi. Benim yüzüme karşı olduğu için ben görüyordum.”

Bir dergiden kesilmiş, maç esnasında rakip oyuncuya yüzünü dönmüş vaziyette top tutuşunu gösteren fotoğrafına bakıyoruz. O günlerin ağır şartlarını hatırlıyor Sami Oktaymen: “Çamur çok balçık olmasın diye sahaya kömür tozu dökerlerdi, o da daha berbat yapardı. Her maçtan sonra iki bacağım yara olurdu, çok atlardım. Ayaklardan top alırdım. Galatasaray’ın bir kalecisi vardı, Ankara’dan gelmişti çocuk. Onun yüzüne tekme geldi. Suratı şişti, ameliyat falan oldu. Ondan sonra bu hareketi yaptım. Topu yakalıyorum ama tekme gelmesin diye kafamı çeviriyorum.” Söz zor şartlardan açılınca, yeterince para kazanıp kazanmadığı sorusu akla geliyor: “Para veriyorlardı ama bir işe yaramıyordu pek. Yalnız antrenmanlara gidip gelmeye yarıyordu. Oturup sözleşme imzalayacaksın falan, öyle şeyler yoktu.”

Abisinin ve kendisinin Vefa’daki futbol yılları fazla uzun sürmemiş. Bunun nedenini şöyle açıklıyor Sami Oktaymen: “Abim Talha Vefa’dan daha evvel ayrıldı ve futbolu bıraktı. Ailesinin Trakya’da bir yerde un fabrikaları vardı, onu işletiyordu. Ben Vefa’da beş sene oynadım, yalnız bunun bir buçuk, iki senesi askerlik. Askerliğimi Ankara’da yaptım ve Muhafızgücü’nde oynadım. Biz hep askeri takımlarla oynadık. Galiba beş sene Sümerspor’da oynadım. Sümersporlular bize gel bize gel diye çok ısrar ederlerdi. Evlenmek icap edince, kayınpeder, ‘Ben topçuya kız vermem,’ dedi. Mecbur oldum Vefa’yı bırakıp, Sümerspor’a gelmeye. Sümerbank’a puantör olarak girdim. Sümerspor’da oynayanların hiçbiri çalışmazdı. Arada biri gelirdi, gelmezse bile başkası kartları basardı. Ama ben çalışmak istediğimi söyledim. Sümerspor amatör kümede hep şampiyonluğa oynayan bir takımdı. Ya Karagümrük şampiyon olurdu ya biz.”

Sami Oktaymen’in o yıllarda yaşadığı ilginç bir tecrübe, İstanbul Amatör Karmasına seçilmesi olmuş. 1952 Helsinki Olimpiyat Oyunlarına katılacak Amatör Milli Takımı belirlemek için büyük illerin amatör karmaları birbiriyle maçlar yapmış. Fakat Vefa’da oynadığı dönemde profesyonel sayıldığı için sonradan adaylar arasından çıkarılmış: “Olimpiyat seçmeleri için Ankara’da oynadık. Bursa’da, Adana’da oynadık. Sonra, ‘Siz zamanında maalesef profesyoneldiniz, sizi götüremeyeceğiz,’ dediler. Benden başka iki üç oyuncuyu bu şekilde çıkardılar.”


Sami Oktaymen birkaç yıl da Sümerspor’da forma giydikten sonra, bir iki sene Bakırköyspor’da oynayıp futbolu bırakmış. Sonra zaman zaman hususi maçlara çıkmış. Gençlik yıllarının Bakırköy’ünü şöyle anlatıyor: “Bakırköy’de şimdi Capacity alışveriş merkezinin olduğu yerde Barutgücü sahası vardı. Bir de İstiklal takımı vardı Bakırköy’de. O zamanlar Bakırköy hep ahşap köşklerle doluydu. Sahil yolu yoktu, orası denizdi. Yalıların merdivenlerinden inip, denize girerdik. Herkes birbirini tanırdı, kim nerede oturuyor bilirdi. Trenle birisi gelir, istasyondan çıkar; istasyonun karşısında köprü olduğu için demir parmaklıklar var, delikanlılar gezerken orada otururlar lak lak ederler. Biri istasyonun kapısında sağa sola bakınca, hemen çocuklardan biri koşar, ‘Kimi arıyorsunuz?’ diye sorar. Falancayı arıyorum deyince, elinden tutar, kapıya kadar getirir. Londra asfaltı tek şeritli bir yoldu. İstanbul Caddesi’nde sabahtan akşama kadar bir araba ya geçer, ya geçmezdi.”


“Bir zamanlar Bakırköy’den ya futbolcu çıkardı ya artist,” diyor Sami Oktaymen. Duvara çerçeveyle asılmış, gençlik yıllarına ait resmini gösterip, “Belgin Doruk’un aşık olduğu resim bu” diyerek anlatıyor: “Burada bir tek fotoğrafçı vardı, gider ona resim çektirirdik. Bir gün bu resmi çekti. Beğendiği resimleri vitrini boşaltıp ortasına koyardı. Bomboş vitrin, benim resmi tutup koymuş ortasına. Benim hanımla daha nişanlı değildik, flört ediyorduk. Onların kapı komşusu bir kız vardı, ortaokula gidiyordu. Belgin Doruk da ortaokul ikinci sınıfta galiba. Bir gün okulun bahçesinde, ‘Seninki kim, benimki kim,’ diye konuşurlarken, ona sormuşlar ses yok. Israr etmişler. ‘Gelin göstereyim,’ demiş. Getirmiş fotoğrafçıya, benim resmimi göstermiş. Komşu kız ben onu tanıyorum, tanıştırayım sizi demiş. ‘Sami abi vaziyet böyle, tanıştıracağım,’ dedi bana. Ben yok desem kız kırılacak, arkadaşları dalga geçecek. Peki dedim. Arkadaşım Aleko’nun pastanesinde buluştuk. Yeşilköy’e gittik sonra. Ama ben ne kızın elini tutuyorum, ne yüzüne bakıyorum. Yanına bile oturmuyorum, ayakta duruyorum. Sonra bir kez daha Yeşilköy’e gittik. Sonra da ayrıldık.”

Barutgücü sahasından görüntüler



Sami Oktaymen’in albümünde bir fotoğraf dikkatimizi çekiyor. Çekildiği tarihte hepsi üst düzey takımlarda oynayan beş kaleci birlikte poz vermişler. Bu kalecilerin ortak özelliği hepsinin Bakırköylü olmasıymış. “Askerden yeni gelmiştim. Ben topladım hepsini. Hepimiz Bakırköy’de oturuyorduk. Beşiktaş kalecisi Mehmet’in bir arkadaşı gazete sevkiyatı yapardı. Küçük bir kamyoneti vardı. Mehmet o kamyonetle gazete dağıtırdı. Pazar günleri devamlı görüşen üç dört aile gezmeye, deniz kenarına, pikniğe giderdik.”

Bakırköy Halkevi voleybol sahası


Sami Oktaymen futbolu bıraktıktan sonra 1960’ta Almanya’nın Münih şehrine gitmiş. Önce bir fabrikaya işçi olarak girmiş, usta olmuş. Ardından 20 seneye yakın bir seyahat bürosunda çalışıp emekli olmuş. Çocuklarını Almanya’da büyütmüş. Emekli olduktan sonra, seyahat bürosunda çalışmanın getirdiği avantajla, eşiyle birlikte dünyanın birçok ülkesini dolaşmış. Bir müddet evvel eşini kaybetmiş. Yılın altı ayını Almanya’da geçiriyor, havalar soğumaya başladığı zaman İstanbul’a, Bakırköy’e dönüyor.

Cok Tesekkür ederiz herhalde Babam o devirden kalan son Kaleci olarak 93 yasinda hayatini devam ettiriyor
01-11-2019
BeğenBeğen