Bir sporcu düşünün ki, yüzme, sutopu ve basketbol gibi üç farklı branşta milli olsun. Günümüzde imkânsız olan bu durum, sporun henüz amatörce yapıldığı kırklı ve ellili yıllarda mümkündü. Bunun en bilinen örneği futbol ve basketbolda milli olan Can Bartu’ydu. Haşim Tankut da bu zor olayı başaran az sayıdaki sporcudan biriydi. Milli olduğu yüzme, sutopu ve basketbolun dışında atletizm ve tramplen atlamayla da uğraşan Tankut, özellikle basketbolda parlak bir geçmişe sahip Modaspor’un ilk oyuncularından biriydi. Bütün bu özellikleriyle spor tarihimizin müstesna isimlerinden biri olan Haşim Tankut’un anılarını araya fazla girmeden aktarmaya başlıyoruz.
1931 Moda doğumluyum. Babam Mülkiye mezunuydu. Kaymakamlık yapmış, sonra İnhisarlar başmüfettişi olmuş. Ben 11 yaşındayken vefat etti. Hâlâ hatırlarım, abim yüzmeye başlayacağı zaman, götürüp kalp muayenesini yaptırdı. Ondan sonra tamam yüzebilirsin dedi. Ben doğmadan evvel bir kardeşim ölmüş. Bir abim bir de ablam vardı. Bir ara Raşit Bey Apartmanı’nda oturmuştuk. Bizim tam altımızda Leyla Asım Turgut (Türkiye’nin ilk kadın yüzücülerinden biri) oturuyordu. Moda İlkokulu var şimdi, eskiden 8’inci İlkokul’du. Orada okudum. Bitirince St. Joseph’e girdim.
St. Joseph’te spor mecburiydi

20 tane kadar basket sahası vardı. Hepsi nizami değil ama 20 tane iki potalı saha vardı. Herkes okula girdiği tarihten çıkana kadar oyun oynamaya mecburdu. Teneffüslerde sohbet filan yoktu. Spor yapmayan ceza alırdı. Yürüme, bilmem ne yasak. Oynayamayacak çocuklar vardı, onlar da hakem olurdu. Sabah mektebe gittiğimizde raket diye bir oyun vardı, bir de eşas vardı; bunlar küçük sınıflar için. Büyüğe geçince voleybol, basketbol oynanırdı. Oradan çok sporcu yetişti. Modaspor’la Türkiye şampiyonu olduğumuz zaman dört kişi benim sınıf arkadaşımdı: Güney Ülmen, Turhan Tezol, Bülent Köksal, bir de benden bir sene sonra okuyan Nejat Sönmez. Turhan Tezol 8’inci sınıfa kadar İzmir’de okumuştu, 9’da bize geldi. İzmir’de 8’den sonra yoktu. Biz okullar arası müsabakalara katılamadık. Yabancı mektepleri almazlardı. Ama özel olarak müsabakalar yaptık bir-iki defa; Teknik Üniversite’yle, Galatasaray Lisesi’yle yaptık. Galatasaray’da Erdoğan Partener ve Yılmaz Gündüz vardı, sınıf arkadaşıydı onlar.


Spora genellikle mahallede futbol oynayarak başlanır, siz de küçükken top oynadınız mı?
Yok, yok. Ben önce tramplen atladım, İstanbul birincisi oldum, küçüklerde. 19 yaşına kadar küçükler oluyordu, sonra büyükler. Hatta zannediyorum beni bir kişi geçmişti 1942’de, bir doktor. O birinciydi, ben ikinciydim. Sonra 1944’te ben birinci oldum. 1942’de Moda’da, 1944’te Şeref Stadı yüzme havuzunda yapılmıştı yarışlar. Moda’da denize atlıyorduk. Şeref Stadı’nda havuza deniz suyu dolduruluyordu. Bütün sporcular Moda’daydı o zaman. Ben küçükken bir Macar antrenör vardı, Herr Frencsu diye. Bütün iyi yüzücüleri o yetiştirmişti. O yüzden bütün yüzücüler Moda’daydı. Bizim de bütün işimiz onları seyretmekti. Daha evvel Galatasaray yüzücüleri de Moda’daydı. Mahmut Dalhan vardı, muhteşem bir yüzücü. Halil Dalhan Adana’ya gitti. Türkiye rekortmeni bunlar. Mahmut’un rekorları çok uzun sene kırılmadı. Derecelerini de biliyorum; 100 metre 1:1.4. O devirde bu çok iyi bir dereceydi. 200 metre 2:22’ydi galiba. 400 metre 4:12’ydi. 1500 metrede Halil’in rekoru vardı. Sırtüstünde Mahmut’un rekoru 1:12’ydi.

Abiniz de milli sporcuydu değil mi?
Abim Tevfik 1924 doğumluydu. 1995’te vefat etti. Çok kurucu bir insandı. Abim yüzmede İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisiydi. Muharrem Gülergin abimi geçti. Muharrem’in kardeşi vardı, Mecit; o da beni geçti. O Türkiye birincisi oldu, ben ikinci oldum. St. Joseph’te çok sevdiğimiz bir hocamız vardı, papaz. Lakabı odundu. Yıllar sonra bir gün, çocuklar vardı yanımda, arabayla geçerken gördüm. Arabayı durdurdum, mektebin içinde oluyor bu. “Beni tanıdın mı?” diye sordum. Bizde isim söylenir, soyadı yoktur. Tankut dedi. Ben mezun olalı 30 sene olmuş. Abim benden sekiz sene evveldir. “Sen büyüğü müsün, küçüğü mü?” diye sordu. “Küçüğüyüm,” deyince, “Ağabeyin çok iyi basketbol oynardı,” dedi.
Denizde yüzme yarışları
Yüzme yarışları Moda banyosunda yapılırdı. Eskiden sahilden başlayan bir ahşap banyo vardı. Ondan sonra bir tane daha vardı, orada kule de vardı. Atlamalar orada olurdu. Bu ikisinin arasında 50 metrelik bir havuz vardı, ölçüyle yapılırdı. Orada yarış yapılıyordu, altı kulvar vardı. Dönüşler için tahtalar konurdu. Alçak bir yer vardı, atlama için. Sonra Lido yapılınca, bütün yüzme yarışları orada yapıldı. Büyükdere’de 25 metrelik bir havuz vardı. Orada da yüzdüm ben. Enteresan bir anım da var. Ağustos’tu galiba, bir seçme yapılıyor, bir hafta sonra finaller yapılacak. Abim atladı, kurbağalama yüzüyor. 25 metre havuz, dipten gidiyor. Gitti, gitti, hemen çıktı, yarışı bıraktı. Sonra ben sırtüstüne girdim, bitirdim mi bilmiyorum. Ben böyle soğuk hiç görmedim, buz gibi. Finale kaldım ama gitmem dedim, gitmedim.

Peki, dalga olur muydu bu havuzlarda?
Burada (Moda) olurdu tabii, lodos olduğu zaman, o arada öyle yüzüyorsunuz. Tabii canım, tabii.
Kronometreler nasıldı?
O zaman kronometreler elle tutulurdu. Her yüzücü için ayrı tutulurdu.
O zaman ufak tefek hatalar olur muydu?
Yoo, hayır. Mesela ben 1:24 yüzdüm. Mecit 1:23.8 yüzdü. Yani saniyenin onda ikisiyle beni geçti, ama sahiden geçti. O zaman Türkiye şampiyonası, Ortaköy’de Lido’da olmuştu.
O zaman İstanbul Yüzme İhtisas kurulmuş muydu?
Tabii. Şimdi birbirimizle rastlaşırız, birbirimizi severiz de. Süha Erler vardır, Suat Erler’in yeğenidir. Toplantı yapmıştı, eski yüzücülerle. Beni de davet ettiler. Yani çok yakındık.
Ya kapalı havuz?
Kapalı havuz falan, böyle şeyler yoktu. Kışın antrenman için Yalova Termal’e giderdik. Orada sıcak su vardı. Kar yağarken yüzerdik.

İbrahim Sulu şahane yüzücüydü
Sizin branşınız neydi?
Ben sırtüstü yüzüyordum. O zaman yalnız 100 metre vardı. Benim dışımda abim vardı yüzücülerden. Ama o bir şey değil, asıl İbrahim Sulu vardı. O bir numaraydı. 100, 200, 400, 1500 – hepsinde birinciydi. Hatta milli takımla Atina’ya gitmiştik. 100, 200, 400, 1500’ü kazandı. Yalnız kazanmakla da değil. Yunanlı yüzücünün bir metre önünde yüzüyor. Bazen yavaşlıyor, Yunanlı da ona yetişeceğim diye gayret ediyor. Sonunda yoruldu. Ömer diye bir arkadaş vardı, o da ikinci geldi. Yani onu ikinci getiren de İbrahim’di. Şahane yüzücüydü. Galatasaray’da yüzücü bir Arap Kemal vardı, galiba Boğaz geçişinde İbrahim’i geçti ama akıntının yerini biliyordu. İbrahim akıntıya kapılmış. Biz yüzme ve sutopunda bayağı öndeydik. Biz varken hiçbir takım şampiyon olamazdı. İbrahim Sulu başka bir takımda olsaydı, onlar şampiyon olurdu. Yalan söylemeyeyim, 1956’ya kadar biz şampiyonduk galiba İstanbul’da.

Enteresan bir şey anlatayım. Beykoz’dan birisi geldi, 1500 metre yarışına girdi. Atladı, deli gibi yüzüyor. Şimdi bırakacak dedik. Gitti geldi ve birinci bitirdi. Kim biliyor musunuz? Fahrettin (Ellili ve altmışlı yıllarda Beykoz, Beşiktaş, Ankaragücü ve Karagümrük formaları giyen milli futbolcu Fahrettin Cansever).
Sutopuna ne zaman başladınız?
Sutopuna 16 yaşında başladım. Milli takımda da sutopu oynadım. Hatta 50 senesinde milli takımla Beyrut’a gidecektik. Ben Teknik Üniversite imtihanlarına girdim. Kafile hareket etmişti. Ben uçağa bindim. Ankara’ya gidip kafileye yetiştim. Adana’ya gittik. Nedense federasyon başkanı bir şeye kızdı, iptal etti seyahati. Sutopu da burada aynı havuzda yapılırdı.

Atletizmde dereceler
Yüzme, sutopu, tramplen atlama, basketbol – başka hangi sporlar var?
Disk atma, çekiç atma, 110 manialı. Gül Kupası yarışları vardı, onlarda 1947’de gençlerde disk atma ve 110 manialıda birinci oldum, Fenerbahçe Stadı’nda. Halim Emre vardı, Vehbi Emre’nin oğlu – benim sınıf arkadaşımdı. Amcası Veysi Emre de senelerce disk atmada Türkiye rekortmeniydi. Ben Halim’i bayağı geçmiştim. Halâ içimde derttir, gençler kategorisinde Türkiye rekoru galiba 34.80’di. Ben 32.80 attım. Atabilirdim daha fazla, Türkiye rekoru kıramadım. 110 manialıyla hiç alakam yoktu. Fehiman Tekil diye yakın bir arkadaşım vardı. O ısrar etti yarışa gir diye, beni yazdırmış. Startı abisi veriyor, ismimiz okunuyor, ayıp olacak diye girdim. Ayağımda basketbol ayakkabıları. Koşmamı biliyorum, şekilsiz bir koşum var. Çalıştığım bir şey değil. Seçmelere girdik, birinci geldim orada. Bu sefer finale gireceğiz. Jeba Berkok vardı, mükemmel bir insandı, Allah rahmet eylesin. Ben iyi tanırdım. O sırada o dekatlon mu yapıyordu neyse, “Jeba abi seçmeyi kazandım, şu ayakkabılarını ver de doğru dürüst koşayım,” dedim. Tabii dedi, hemen verdi. Oraya dizildik, startı verdiler. Bir çıktık, daha birinci maniada ben takıldım. Çivili ayakkabı ya, ayağıma küçük bir tahta parçası takıldı. Ben koşuyorum, önümde bir tahta. Hesabıma göre koşma şeklim de berbat. Fakat atlet olan diğer yarışçılar ille sağ ayağını önce atacak da engele girecek derken ben bir sağ geçiyorum, bir sol. En son engeli geçtim, arkamdan puff puff diye bir ses geliyor. Herkesi geçip birinci geldim. Bir de çekiç attım. Onda da gençlerde Türkiye üçüncüsü oldum. Yani hepsinde birinciliğim var, onda birinci olamadım. Çekicimi almışlardı, bir ay falan çekiç görmedik. Kötü de attım, üçüncü oldum, içimde dert oldu o. Hiçbir branşta idman falan yaptığımız yoktu, laf ola. Moda’da Mustafa’nın çayırı derlerdi, Küçük Moda Gazinosu vardı, onun arkasındaydı. Arada bir orada koşar, disk filan atardık kendi kendimize. Kimse elimizden tutup bir şey göstermemişti.
Kendi kendinize piştiniz yani.
Muhit oydu. Denize gidiyorsunuz, bakıyorsunuz her gün yüzücüler antrenman yapıyor. Kulacı nasıl atıyor filan diye hep onları seyrediyoruz. Başka bir işimiz yok. Muhitten dolayı oldu bunlar.

Basketbol ve Türkiye Şampiyonu Beykoz
Basketbolda Türkiye Şampiyonası diyebileceğimiz ilk organizasyon 1943’te Maarif Kupası adıyla düzenlenmişti. Resmî adıyla Türkiye Basketbol Birinciliği ise ilk kez 1946’da yapıldı ve şampiyonluğu Beykoz takımı kazandı. Fakat ilginç olan husus, Beykoz kadrosunda yer alan sporcuların tamamının aslında Modalı olmasıydı. Bu kadroda Tevfik Tankut da yer almıştı. Bu ilginç olayı Haşim Tankut’a soruyoruz.
Beykoz’la hiç alakamız yok. Ben Moda’da doğdum, bütün hayatım orada geçti. Abim ve arkadaşları Beykoz kulübüne nasılsa girmiş. Beykoz’la hiç kimsenin alakası yoktu. Hepsi Moda’nın çocuklarıydı. İlk Türkiye basketbol şampiyonu Beykoz’dur. Abim mektepte (St. Joseph) basketbol oynadığı bir iki arkadaşını aldı. İbrahim Sulu ve Musa Gerday vardı. Zeki Öztaş, Muvaffak, Onnik diye biri vardı. Onlara basketbolu öğretti ve o takımı Türkiye şampiyonu yaptı. O zaman en iyi takımlar Beyoğluspor, Kurtuluş ve Galatasaray’dı. Bir de kimsenin ismini duymadığı Galata Gençlik vardı, o takımın hepsi Musevi oyunculardı. Bir kısmı sonra Beyoğluspor’a, bir kısmı başka takımlara gitti. Kadıköyspor olduğu gibi bizden ayrılıp gidenler. Kurucusu Gökşin Sipahioğlu’ydu. Onların da tamamı St. Joseph’lidir. Hatta St. Joseph diye kulüp kuracaklardı, olmadı Kadıköyspor yaptılar.

İsmail Bey diye birisi Beykoz’dan senede bir defa gelirdi, bizim büyüklerimizle konuşurdu. Fahri Ayat vardı, meşhur Yedibela Fahri; Fenerbahçe’de futbol oynamış. O Beykozlu oldu. Bizim hepimizin büyüğü oydu. Tramplen atlardı, Türkiye şampiyonuydu. Biz çocukken günde bir defa gelir, tramplen atlardı, biz de onu beklerdik. Kısacası takımın yüzde yüzü Moda’da fakat Beykoz’da oynuyorlar. Bilhassa yüzmede şampiyon olunca Beykoz’da bize ziyafet verirlerdi. Hatta rahmetli Kelle İbrahim bize yardım olsun diye hizmet ederdi.
Siz basketbola ne zaman başladınız?
1942’de Eminönü Halkevi açılmıştı. Abim orada arkadaşlarını yetiştirdi. Ben tam ne zaman gittim bilmiyorum. Maçları Galatasaray lokalinde oynuyorduk, Hasnun Galip Sokak’ta. Hatta bir potanın altında kalorifer vardı, ayağım ona çarpmıştı. Ben Eminönü Halkevi’nde oynadım ilk zamanlar. Lig maçları orada yapılırdı. En iyi salon oydu. Sonra Kadıköy Halkevi yapıldı. Daha sonra da Teknik Üniversite salonu, müthiş bir salon oldu. Beş para etmez esasında. Orada tribün yoktu, yukarıdan seyredilirdi. Bir de Beyoğlu Halkevi vardı. Ben orada oynamadım. Beykoz ilk kurulduğunda zannediyorum Kurtuluş’a karşı oynamıştı orada. Hasnun Galip’teki Galatasaray salonu neredeyse bu oda kadar bir yerdi. Orada kaç defa maç yaptık. Nişantaşı Halkevi’nde açık hava sahası vardı, toprak zeminli. Kadıköyspor bir açık hava sahası yaptı. O da topraktı. Kilisenin arazisi vardı. Adamlardan müsaade aldılar. Oraya saha yapıldı. Sahanın yapılışını da biliyorum. Reştan (Aras) diye bir arkadaş vardı, o da Fenerbahçe’de oynadı. O inşaat mühendisidir, potaları betondan yapmıştı. Sonra o tutmadı, kırıldı, başka bir şey yaptılar.

Modaspor kuruluyor
Abim ve arkadaşları Modaspor’u kuralım diyorlar. Abim, İbrahim, Musa – ilk konuşmalarında hep içlerindeydim. 1945 senesinde konuşmalar başladı. Zannediyorum 1946’da kuruldu Modaspor. Kulübün renkleri lacivert-beyazdı. Bir masanın etrafında toplanıldı. Kırmızı-lacivert diye bir laf çıktı. Galiba Musa abiydi – Musa Gerday. “Yok Musa abi, lacivert-beyaz olsun,” dedim. Hadi öyle olsun dediler. Kulübün kurucularıysa İhsan Akdağ – banyonun işletmecisiydi, Fahri Ayat, Nihat Yaraş, Sabri Ethem Tonguç. Modaspor’u kurmayı düşündükleri dakikadan itibaren ben içinde vardım, ama tabii abimden dolayı. O zaman transfer olunca bir sene müsabakalara iştirakten men ediyorlardı. 1946 senesinde Beykoz’da oynadığımız için, hiç kimse müsabakaya girmedi. 1947’den sonra tekrar başladı. Benim yüzdüğüm yıllarda İstanbul şampiyonu hep Moda’ydı – yüzme, sutopu.

Kulüp binası neredeydi?
Şimdiki yerindeydi. Orası Beykoz olarak 40 seneliğine sembolik bir paraya kiralanmıştı. Sonra Modaspor kurulunca, orası Moda’ya devroldu. Orada çok fazla kupa vardı. Eskiden her hafta bir teşvik müsabakası olurdu. Orada hep birinci olan Moda. Sonra başkaları gelmiş oraya ve bütün kupaları yok etmişler. Hiç kalmamış, sıfır. Modaspor’da yüzme, sutopu ve basketbol vardı. Yelkende sadece bir kişinin faaliyeti olmuş. Bir tarihte bir puanlama yapmışlar. Türkiye’de en fazla puan alan Galatasaray olmuş, ikinci biz olmuşuz. Onun sebebi de yüzmeden, sutopundan, basketboldan biz alıyoruz ama yelkende İzzet diye bir arkadaşın kardeşi Erdoğan yelkende birinci gelmiş. Oradan çok büyük puan almışız. Türkiye’nin ikinci büyük kulübü olmuştuk.

Basketbolda milli maçlar
Basketbolda ilk milli maçınızı hatırlıyor musunuz?
Ben ilk kez 1949’da, Mısır’daki Avrupa Şampiyonası’nda milli oldum. Buradan giderken uçak zannedersem Şam’a uğradı, Arap uçağı. Şam’dan kalktık, git git bitmiyor. Aşağıda bir mor kum, bitmiyor. Meğer adam Kahire’yi kaybetmiş. Demiryolunu buldu, onu takip ederek gitti. Sonra bir pilot arkadaşla konuştuk, “O işin alfabesidir, en son yapılacak şeydir. Hiçbir şey bilmiyorsan demiryolunu takip edersin,” dedi. Havada kaybolduk yani. Amerikalı Hüseyin 1949’daki Avrupa Şampiyonası’nda en iyi oyuncu seçilmişti. (Türk bir babanın oğlu olarak ABD’de dünyaya gelen Hüseyin Öztürk, 1949-1951 arasında Galatasaray ve Milli Takım’da basketbol oynamıştı.)

Mısır nasıl Avrupa şampiyonu oldu?
Muntasır diye mükemmel bir oyuncu vardı orada. Antrenörü beş tane Muntasır olsun Amerika’yı yenerim diyordu. Hafız diye yine iyi bir oyuncu vardı. Kahire’de Mısır-Fransa oynuyordu galiba. Bir top attılar. Çembere çarpıp zıpladı top. Hafız bir zıpladı, eliyle içeri çekti topu. Sonra da hah diye ses çıkardı. “Vay, nasıl zıpladı o adam,” dedik. Şimdi bizim çocuklar arkaya dönüp atıyorlar. Ben en fazla çembere elimi değiyordum, o kadar! Biz dördüncü olduk. Samim Göreç hem antrenör hem oyuncuydu. Antrenörlüğü bana göre zayıftı, oyunculuğu da fazla zayıftı. Yunan maçında, uzun atlamada Avrupa şampiyonu olan bir oyuncuyu tutuyordu. Biz hücum ediyoruz, atıyoruz girmiyor. Topu onlar alıyorlar, o oyuncu basketi atarken Samim daha santraya gelememişti. Maçlar açık havada ve geceleyin oynanmıştı. 30 saniye kuralı yoktu. Freeze (vakit geçirmek amacıyla topu elde tutma) − sabaha kadar yapın, hiçbir kısıtlama yok.


Tevfik ve Haşim Tankut kardeşler Avrupa şampiyonası sırasında Piramitlere yapılan gezide.
En son ne zaman milli oldunuz?
En son 1955’te Barselona’daki Akdeniz Oyunları’nda milli oldum. Bir maçta kaptan olarak çıktım hatta. Çok enteresandır, abim Suriye’ye karşı milli takım kaptanı olmuştu. Ben de Suriye maçında kaptan oldum. Barselona’ya vapurla gitmiştik. Marsilya’ya uğramıştı vapur. Yalnız hiç unutmuyorum, su içiyorum, susuzluğum bitmiyor. Süt içtim, o da olmadı, bilmem ne içtim olmadı. Ankara vapuru geldi o arada. Bizi de çağırdılar. 10 şişe mi ne su alıp kampa getirmiştim. Su, başka bir şey değil. O devir değişti artık, hiç alakası yok şimdi.

Boyum 1.80’di, şimdi seyirci bile yapmazlar
Modaspor’da oynarken size harçlık verirler miydi?
Ben azaydım kulübe. Her ay 25 kuruş mu ne ben verirdim. Ama bir kere bir para aldık. Milli takımla bir seyahate gittiğimizde 100 dolar mı ne verdiklerini hatırlıyorum hayal meyal. Ne zaman olduğunu unuttum. Eskiden Galatasaray’da Ted mi ne, bir adam vardı. Boyu 2.08’di, tek bir adam. Bizde bir arkadaşımız Karamürsel Amerikan üssünde genç bir asker bulmuş, onu getirmişti. Bizim takımda o oynadı. Paralı değil, Ted paralı oynamıştı. Benim boyum 1.80’di, şimdi seyirci bile yapmazlar. En uzunlar Altan, Sacit, Yalim abi, Erdoğan’dı. Onlar bile 2 metre değildi.
Maçlarda itişip kakışırdık hep ama bir gün eve dönüyordum, Galatasaraylı Candaş Tekeli’ye rastladım. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Bilmiyorum, kalacak yer yok,” dedi. “Hadi bizim eve gidelim,” dedim. Sabah mektebe giderken kahvaltısını hazırladım, çıktım. Yani hep böyleydik biz, birbirimize yakındık. Maçta deli gibi oynardık, sonra biterdi o iş. Arkadaşlık bambaşkaydı. Akşamları arkadaşlarımızla Moda’da oturur, sohbet ederdik. Sonra herkes evine giderdi. Bir milli takım seyahati vardı Napoli’ye, antrenmanlara gitmedim ben. Yazın antrenmana gideceğim, Napoli’ye gidilecekmiş, bana ne dedim. Turgut abi bir kart yollamış, “Moda’yı bize tercih etmemeliydin,” diye yazmış, bütün herkese de imzalatmış. Ama o devir öyleydi. Arkadaşlarımın hepsiyle beraberdim. Hatta abim gitti o turnuvaya, ben gitmedim. Hep birbirimizi severek oynadık. Maçta deli gibi hırpalardık birbirimizi. Maç bitti mi her şey biterdi. Güzel zamanlardı.

Can Bartu
1958’de Türkiye şampiyonası iki devreli yapılıyordu. Ankara’da Fenerbahçe ile oynuyoruz. Turhan’ı Can tutuyor. Top bendeydi. Sabaha kadar tutarım. Birisi üstüme geldi, ben Turhan’a verdim. O da mükemmel oyuncu, sabaha kadar tutar. Bir baktım, topu bir savurdu. Tam ona küfür ediyordum sayı girdi. Santradan attı. O zaman iki sayıydı, üç sayı yoktu. Sonra onlar attılar, bir sayı farkla biz kazandık. Yani o girmese biz kaybedeceğiz. Sonra Can’la konuştuk. Turhan’a atamazsın demiş. “Peki bir adım geri çekil,” demiş Turhan Can’a. “Çekildim, attı girdi yahu!” dedi Can. Çok kıymetli bir çocuktu. O da bizim yıldız takımında başladı. Bu çocuk iyi oynuyor dedim ama nedense bizim o takımı çalıştıran Kenan diye bir arkadaşımız vardı – Kavanoz Kenan derlerdi. Onunla anlaşamamış, Fenerbahçe’ye gitti. Kavanoz Kenan da sonra İsveç’e gitmişti. Bizim genç takımı çalıştırıyordum. Can da galiba ilk maçında Moda’ya karşı oynadı. Bizim oyunculara, “Aman şu çocuk iyi oynuyor, ona dikkat edelim,” dedim. Bizde Yalçın Okaya vardı. “Ben tutarım, iki omuz atarım hallederim,” dedi. Can 10 sayı filan yaptı o tutarken. Sonra Turhan’ı verdim. Onda da bir 10 sayı yaptı. Sonra ben aldım. 30 sayı mı ne yaptı kerata. Mükemmel oynuyordu.

Bölünen kupanın hikâyesi
1955 Türkiye Basketbol Birinciliği ilginç bir biçimde sonuçlanmış ve kupa ortadan ikiye bölünerek Modaspor ile Galatasaray kulüpleri arasında paylaştırılmıştı. Bunu kısaca özetleyecek olursak, turnuvanın son maçı Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanacaktı. Galatasaray maçı en az yedi farkla kazandığı takdirde Türkiye şampiyonu olacaktı. Maçın bitimine 44 saniye kala sarı-kırmızılılar 40-27 öndeydi. O anda Fenerbahçe bir mola aldı ve yöneticiler takımı sahadan çekti. O zamanki statüde rakibi sahadan çekilen takım 2-0 hükmen galip ilan ediliyordu. 2-0’lık sonuca göre Fenerbahçe 8 puan, Galatasaray ve Modaspor 9 puana sahipti. Daha önce Galatasaray’ı beş sayı farkla yenen Modaspor bu durumda şampiyon oluyordu. Ancak Galatasaray, Fenerbahçe’nin sahadan kasten çekildiği gerekçesiyle itiraz edince BTGM ve Federasyon yetkilileri bir toplantı yaptı. Sonuçta Galatasaray ve Modaspor şampiyon ilan edilerek kupa iki takım arasında paylaştırıldı. Bu ilginç olayın tanığı Haşim Tankut, o günü şöyle hatırlıyor:
Belki taraf tutuyorum ama hak etmiştik o kupayı. Hakemler de hepsi iyi insanlardı. Fakat bir tarafta beş bin kişi bir takımı tutuyor, öbür tarafta 30 kişi bir takımı. Gayrı ihtiyari etkileniyor insanlar, kötü niyetle değil. Bir iki yanlış kararları oldu. Fenerbahçe maçında basketin arkasında oturuyorduk. Turhan’la beraberdik. “Ülen bak, pisi pisine şampiyonluğu kaçırdık,” dedi. “Şayet Fenerbahçe hükmen mağlup olursa, biz şampiyon oluruz,” dedim. “Ne diyorsun yahu, sahi mi?” diye heyecanlandı Turhan. “Aman git yahu, deli misin,” dedim. Fakat Turhan fırladı gitti, söyledi. 30 saniye kala mı ne, takımı çektiler, biz şampiyon olduk. Bizim fahri başkanımız Fahrettin Kerim Gökay’dı. Bunu duyunca, “Olmaz öyle şey, ortadan ikiye kesip verin,” diyor.
Siz oynadığınız dönemde Modaspor’un İstanbul şampiyonluğu yok galiba?
Ben hiç İstanbul şampiyonu olamadım ama üç defa Türkiye şampiyonu oldum. Benim bıraktığım sene (1958-59) İstanbul şampiyonu oldu takım. Bize o zaman Altan Dinçer ve Şengün Kaplanoğlu geldi. Onlar İstanbul şampiyonu oldular ama bir daha Türkiye şampiyonu olamadılar.
Kulüp kapandı mı sonra?
Modaspor devam ediyormuş ama benim haberim yok, düşünün.

Modaspor-Galatasaray maçında, Haşim Tankut ve Yalçın Granit karşı karşıya.
Esas mesleğimiz okumaktı
Haşim Tankut 1955’te İTÜ’den mezun olmuş. 1957’de yedek subaylığını yaparken Ordu Milli Takımında oynamış. Modaspor’un üçüncü kez Türkiye şampiyonu olduğu 1957-58 sezonu sonunda basketbolu bırakmış ve kendini tamamen mesleğine vermiş.
Ben oynamayı 1958’de bıraktım. Tevfik abim 1950’de bırakmış olabilir. O kimya yüksek mühendisiydi. İstanbul Üniversitesi mezunuydu. Sonra kimya asistanı olarak İTÜ’de bulundu bir süre. İstanbul’un gaz dairesi başkanıydı. Ben İTÜ İnşaat Fakültesi mezunuyum. Bizim esas mesleğimiz okumaktı. Sporu eğlence için yaptık. Abim bir ara Modaspor’u çalıştırdı. Bir ara Feridun Koray geldi, bir ara Yüksel Alkan antrenördü. Ama biz esasen kendi kendimize oynuyorduk, sınıf takımı gibiydik. Ben basketbolu bırakınca antrenörlük yapmamı isteyen oldu ama yapmadım. Esasen Demiryollarında çalıştım. İnşaat Dairesi başkanı olunca Ankara’ya geçtim. Ondan sonra bir iki yerde daha görev yaptım.

Sohbet esnasında sehpada duran çerçeveli bir fotoğraf dikkatimizi çekiyor. Bu sayede Fenerbahçe ve Milli Takımın ilk futbolcularından Cafer Çağatay’ın, Haşim Tankut’un kayınpederi olduğunu öğreniyoruz. Bu kez o soruyor:
Türkiye’nin bugüne dek kazandığı en büyük kupa hangisidir sizce? Benim gözümde bir kupa var, İngiliz kumandanı Harrington’un koyduğu kupa. Çünkü harp seneleri. En ezilmiş zamanımızda ciddi, hakiki futbolcuların olduğu bir takımı bizim Fenerbahçe yeniyor. O takımda benim kayınpederim var, Cafer Çağatay. O da St. Joseph’te okumuş. Babası Ali Rıfat Çağatay, Türkiye’nin ilk milli marşının bestecisi. 1935’e kadar o çalınmış, sonra şimdiki beste kabul edilmiş.
Geçmiş üzerine konuştuklarımız bitiyor. Ayrılmadan önce günümüz basketbolu üzerine konuşuyoruz.
Şimdi ligde oynayan takımlara bakıyorum. Giresun var, Uşak var ama hepsinde beşer Amerikalı. Bu iyi değil. Keşke bizimkiler oynasa. Daha zayıf olalım ama biz oynayalım. Ben bizim takımlarda yabancı oyuncu var diye şikâyet ediyorum ama Rus takımı geliyor, onlarda bile iki-üç tane Amerikalı var. Herkeste böyle. Şimdi basketbol çok değişti. Biz bugün sahaya çıksak, sayı yapmadan çıkarız, beceremeyiz.














Kadıköyspor sahasında bir yaz turnuvası, Kadıköyspor-İTÜ (okul takımı) maçı.

