Bu yazımızın konuğu olan Güner Yalçıner, Vefa’nın yıldız ve genç takımında başlayan basketbol yaşamını, 1958-1970 arasında Fenerbahçe’de sürdürdü ve sarı-lacivertli formayı kesintisiz olarak en uzun süre giyen isim oldu. Türk basketbolunun altmışlı yıllardaki en iyi guardlarından biri olan Güner Yalçıner’in aşağıda okuyacağınız anıları, özellikle jübilesiyle ilgili anlattıkları, rakibin artık düşman gibi algılandığı günümüz spor ortamında genç kuşaklara şaşırtıcı gelebilir. Her ne pahasına olursa olsun kazanmanın tek hedef haline geldiği günümüzden, rekabetin sportmenlik ve centilmenlik içinde yapıldığı o günlere baktığımızda üzülmemek elde değil. Basketbol tarihimizin önemli bir bölümüne tanıklık eden Güner Yalçıner bize önce çocukluk yıllarını ve basketbola nasıl başladığını anlatıyor:

“1936’da Urfa’da doğdum. Babam aslen Edirne, Havsalıydı. Bürokrattı, muhasebe müfettişiydi. Orduya sivil olarak girmişti. Bir buçuk yaşındayken Diyarbakır’a geçtik. İki üç sene orada kaldık. Sonra Bursa’ya tayin olmuştu. Ben beş altı yaşındayken orada vefat etti. İki kardeştik, bir ağabeyim vardı. Okula Bursa’da başladım. İlkokulu bitirince İstanbul’a geldik, Aksaray’a yerleştik. Bulvar Sinemasının yanındaki sokakta oturuyorduk. O zamanlar Aksaray ve Laleli İstanbul’un en güzel semtlerindendi. Ortaokulu Pertevniyal’de bitirdim. Sonra İstanbul Erkek Lisesi’ne gittim. Orası Türkiye’nin sayılı okullarından biriydi. Hocaların hepsi değerliydi. Bahçede iki tane toprak basketbol sahası vardı. Teneffüslerde imkan bulduğumuz zaman, normal olmayan toplarla aramızda oynardık. Futbola da meraklıydım. Çocukken Dolmabahçe’deki maçlarda, açık tribünün altında duhuliye vardı; 75 kuruşa girer, teller arkasından maç seyrederdik. Veyahut beklerdik, maçın son 15 dakikasında kapıları açarlardı, biraz seyrederdik. Hiç unutmuyorum, sınıf arkadaşlarım arasında Cahit diye Erzincanlı bir çocuk vardı. İnanılmaz, hasta bir Fenerbahçeliydi. Hafta başında gelir, hafta sonu radyoda maçları anlatan Sulhi Garan’ı taklit ederdi. Bir gün gene oynarken, bir basketbol maçı anlatayım dedi. Başladı anlatmaya: ‘Fenerbahçe basketbol takımı sahaya çıkıyor. Başta takım kaptanı Güner,’ dedi. Daha ortada fol yok, yumurta yok. Bu anı çok ilginçtir benim için. Okulda, toprak sahada oynarken boyum daha 1.52’ydi. Basketbol oynarken biraz dikkati çekmişim ama ben farkında değilim.”

“Bir gün tesadüfen, sıra arkadaşımla ders çalıştıktan sonra, Fatih Parkında oturuyorduk. Orada benden iki sınıf büyük Vefa’da oynayan bir arkadaşıma rastladık. ‘Ben antrenmana gidiyorum. Hadi siz de gelin, seyredersiniz,’ dedi. Ders çalıştığım arkadaşımın babası, Vefa’nın o zamanki kulüp müdürü, Sarı Namık denilen beyefendinin arkadaşıymış. Oraya gittik. Sıra arkadaşım ona uğradı. Namık Bey arkadaşımın babasının halini hatırını sorduktan sonra, ‘Çocuklar sizi kaydedeyim,’ dedi. Biz de kaydolduk, serüven öyle başladı. Basketbola 1953’te başladım. Yıldız ve genç takımda bir buçuk sezon oynadım. Vefalı bir Adnan abi vardı genç ve A takımda, Belediyede çalışırdı. Statların baş kontrolörüydü. Zaman zaman biz giderdik. Kartla girenler Gazhane’ye yakın bir kapıdan girerdi. Bazen biz giderdik, bizi o turnikelerden içeri alırdı, ne nimetti bizim için. Gençlerde İstanbul şampiyonu olmuştuk. Bize bütün sahalarda geçerli giriş kartı verdiler. 1954-55’te Vefa A takımına geçtim. O zaman takımı Altan Dinçer çalıştırıyordu. Altan abi Fenerbahçe’ye geçince Atilla (Erten) abi Darüşşafaka’dan döndü ve takımı çalıştırdı. Altan Dinçer basketbolu çok iyi bilen bir abimizdi. Vefa’ya çok büyük hizmeti vardır. O tek başına sırtlamıştı takımı. Altan abinin bende emeği çoktur. Vefa’nın futbol sahasının arkasında küçük bir salonu vardı. Çoğu kulüpten avantajlıydık. Bizim yetişmemizde o salon ve Altan abinin önemi büyüktü. Orası olmasa belki o aşamayı yapamayacaktım ben. Galatasaray’ın Hasnun Galip’te kulüp binasının üst katında küçük bir salonu vardı. Soyunma odasından merdivenle çıkılırdı. Potanın arkasında pencere vardı, demirle kapatmışlardı. Sakatlanmamak bir mucize.”

Güner Yalçıner’in 1954-55 sezonunda A takımında oynamaya başladığı Vefa, İstanbul liginde son sıralarda yer alırken zamanla iddialı bir hale gelmişti. 1956-57 sezonunda ligi Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ardından üçüncü sırada bitiren yeşil-beyazlılar, aynı sezon Türkiye ikincisi oldular. Güner Yalçıner o yılları şöyle anlatıyor: “Atilla abi, Tuncer Kobaner ve ben, Vefa’yı Türkiye ikincisi yaptık. O sene Fenerbahçe ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandı. Kadrosu çok güçlüydü. Altan Dinçer, Sacit Seldüz, Yılmaz Gündüz, Batur, Can – böyle bir takım, Dream Team gibi. Biz de Vefa olarak kök söktürdük diğer takımlara. Vefa’da oynarken 4 numaralı formayı giyerdim. Yalçın (Granit) abi 4 numara giydiği için ben de o numarayı tercih etmiştim. Estetik bir basketbol oynardı Yalçın abi. Çok silahlı bir adam gibiydi. Hook-shot atar, dripling yapar. Bugünün basketbol şartlarına göre eksik yönleri vardı; defansı yok, fiziği çok kuvvetli değil ama o günkü şartlarda muhteşem bir adamdı. Bir ara Racing’e gitti. Oradan döndü. Biz bir Galatasaray – Vefa maçı oynadık. Ben o zaman defansı çok iyi yapan bir oyuncuydum. Belki de bir-iki kişi içine girerdim. Yalçın abiyi tuttum o maçta ve o sayı atamadı. Biz Galatasaray’a iki veya üç temditte yenildik. Hatta bir basketimiz girdi, Özer potanın içinden çıkardı. Hakem Yuda Çerasi sayımızı vermedi. Yalçın abi benim bu defansımdan sıkıldı. Çok sevdiğimiz saydığımız bir abimiz ama elinden bir top bile aldım. Kene gibi yapışmıştım. Sonra pivota geçti. Hook-shot dahil birkaç basket attı. O maçı hiç unutamam.”

Güner Yalçıner milli formayı ilk kez Vefa’da oynadığı sırada, 1955’te Genç Milli Takımda giymiş: “Vefa’dayken bir kez genç milli olabildim. Bizim jenerasyonun tek bir milli maçı olmuştu zaten, Üsküp’te Yugoslavya’yla oynadık. Şengün, Can, Batur vardı. Açık havada, toprak sahada oynadık. Genç Milli Takımı çalıştırmak üzere Amerikalı bir koç ve asistan geldi. Antrenör bir de bize gösterdiği hareketleri yapsın diye bir oyuncu getirdi. Kadıköyspor sahasında antrenman yaptık. Sonra bir gün Amerika’dan bir mesaj geldi. Antrenörün eşi hastalanmış, acilen dönmesi gerekti. Asistanıyla birlikte döndüler. Sonra Önder Dai bize antrenör oldu. Amerikalı antrenör bizim boyumuzda bir hocaydı. Ben solaktım, bana ‘Lefty’ derdi. Gitmeden bir gün önce bize bir konuşma yaptı. ‘Sizi çok sevdim, ne yazık ki dönmem gerekiyor’ dedi. Ardından, ‘Güner sana ufak bir hediyem var,’ dedi. Bana kendi giydiği Converse ayakkabıları hediye etti. Beni nasıl mutlu etti bilemezsin. Sadece maçlarda giyiyorum. Maçlardan önce kenarlarını siliyorum filan, gözüm gibi bakıyorum.”

Söz ayakkabıdan açılınca o günlerin basketbol ortamını soruyoruz. Güner Yalçıner oynadığı yıllardaki durumu ayrıntılı biçimde anlatıyor: “O zaman İstanbul’da doğru dürüst salon yok. Bir Eminönü Halkevi’nin uyduruk sahası var. YMCA – Amerikan Dershanesi denilen salon var ki, Fenerbahçe bile uzun yıllar antrenmanlarını orada yaptı. Kadıköy Halkevi var. Galatasaray’ın Hasnun Galip Sokakta son derece kısıtlı bir salonu vardı, potanın hemen arkasında demirler duruyordu. Bu sahalarda İstanbul şampiyonaları oynadık. Tesis hiç yoktu, malzeme yoktu. Sporcuların kendilerini geliştirebileceği kondisyon merkezleri yoktu, hiçbir şey yoktu kısacası. Futbolda da aynıydı bu, o zaman hiçbir imkan yok. O zamanlar sporcu kendi iradesi ve çalışmasıyla ne yaparsa yapıyordu. O zaman salon yok, top yok top. Gelen Amerikalı denizcilerle maç yapardık bir top alabilmek için. Bize hediye ederlerdi. Malzeme yok. Kondisyon merkezleri yok. Bu koşullarda başarı elde etmek mümkün değil. Demirperde ülkeleri o zamanlar niye kuvvetliydi? Yugoslavlar, Bulgarlar, Romenler bizi niye her maç yeniyorlardı? Onların hayatı spordu. Devlet onlara salonu veriyor, zamanı veriyor, beslenmesine bakıyor. Futbol da öyleydi. Koca Metin Oktay’lar, Can Bartu’lar çamur sahalarda oynadılar. Bizde istikrar yoktu. Beyrut’ta Akdeniz Oyunları’na gittik. Birinci maçı kaybettik. Enteresan yanı, Yugoslav milli takımını yendik. O takım sonra Dünya şampiyonu oldu, Koraç gibi oyuncular vardı. Bu kelimeyi pek söylemek istemiyorum ama bu galibiyeti biraz tesadüf gibi görüyorum. Bunların hepsi ülkedeki siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarla paralel. Bunları portakalın dilimine benzetirim ben. Bir dilimi sporsa, bir dilimi ekonomi, bir dilimi sosyal hayat – bunlar birbirine çok bağlı olaylar.”

Bu esnada 1959’da Beyrut’ta yapılan Akdeniz Oyunları’na katılan takımın hava alanında çekilen fotoğrafına bakıyoruz. Güner Yalçıner anlatmaya devam ediyor: “Bu takım çok güzel bir takımdı. İyi imkanlarda çalışsak, kondisyon olarak iyi hazırlanacak imkanlara sahip olsak mutlak surette başarılı olurduk. Türk insanının basketbola uyumu çok güzel bence. Fizik olarak futboldan daha fazla uyumu var. Akdeniz Oyunları’nda kafile doktorumuz nisaiyeciydi. Olacak şey mi? Adamın herhalde bir muhiti, çevresi var. Adam seyahate gitsin diye onu doktor olarak getirmişler. Maçlar daha başlamamıştı. Akşam antrenman yaparken Batur’un ayağı hafifçe döndü. Hemen oyunu durdurduk. Batur ve Tuğrul ile aynı odada kalıyorduk. Çok ciddi bir şey değildi ama ayağında hafif şişme olmuştu. Buz istedik. Nisaiyeci doktor geldi. ‘Çocuklar biraz sabun ve sıcak su hazırlayın,’ dedi. Biz hayretler içinde bakıyoruz. Sabunu köpürttü, Batur’un ayağını kovaya sokup sıcak suyla ovaladı. Adeta daha fazla kanama olsun diye yapılan bir olay. Biz ‘Hocam, tamam biz hallederiz,’ dedik. Adam çıktı gitti de Tuğrul’la ben buz koyduk, Batur iki gün sonra oynayabildi. Ben de basketbol hayatımda iki defa sakatlık geçirdim. Bir Fener-Galatasaray maçında ribaunta çıktığım zaman ayağımın üstüne bastım, bileğim burkuldu. Salonda hiçbir şey yok. Bir sağlık çantası var. Emektar bir sağlıkçı vardı, o getirdi. Komik bir durum. Bir gazlı bez, bir flaster koydu. Halbuki ayağıma buz tedavisi yapılsa iki ay yerine 15 gün oynamayacaktım.”

Güner Yalçıner, Akdeniz Oyunları’ndan önce, yine 1959’un Mayıs ayında İstanbul’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda da ay-yıldızlı formayı giymiş. Bu turnuvanın ilginç yanı, Mithatpaşa Stadı’nda yapılması ve açık havada düzenlenen son Avrupa Şampiyonası olmasıydı. Bu turnuvayla ilgili anılarını şöyle anlatıyor Yalçıner: “1959’da stadyuma bir platform yapıldı. Kendi ülkemizde oynuyoruz. Sahada iyi bir antrenman süreci geçirmemiz lazım. Ev sahibinin avantajı seyirci ve sahadır. 1959 Avrupa Şampiyonası için kurulan saha, turnuvanın başlamasından ancak bir gün önce bitti. Biz ancak bir gün şut antrenmanı filan yapabildik. Yabancı gibiyiz. Daha enteresan bir olay. İlk oynadığımız Belçika maçında statta 20 bin kişi vardı. Numaralı tribün, yanındaki tribünler doluydu. Türkiye’de ilk defa basketbola bu kadar yoğun ilgi oluyordu. Hava kararmıştı. Sahaya çıktık. Gündüz güneş platforma vurmuş, zemin kızmış. Akşam serinliği çökünce parkeler terlemeye başladı. Karşı takım da bizimle aynı durumda. Kaymaya başladık. Hiç unutmuyorum, Turhan Tezol ayakkabılarını çıkartıp çorapla oynamaya çalıştı. Şartları görüyor musun? Şimdi öyle bir dönemde ne beklersin? Sahanın en az 15 gün önce hazırlanması lazımdı. Son maçımızda yağmur yağmaya başladı. Stattan Spor Sergi’ye gittik.”

1958-59 sezonunda Fenerbahçe’ye transfer olan Güner Yalçıner, ilk Türkiye şampiyonluğunu aynı sezonun sonunda yaşadı. 12 sezon giydiği sarı-lacivertli formayla kesintisiz biçimde en uzun süre oynayan basketbolcu oldu. Bu süre zarfında iki kez Türkiye (1959 ve 1965), dört kez İstanbul Ligi (1963 -1966) ve bir Türkiye Kupası (1967) şampiyonluğu yaşadı. Son yıllarında kaptanlığını da üstlendiği Fenerbahçe’de böylece manevi açıdan son derece zengin bir sporculuk hayatı oldu. Ancak maddi açıdan, o yılların basketbolcuları yarı profesyonel diyebileceğimiz bir dönemde yaşadıkları için, günümüzle kıyaslandığında kazançları son derece düşüktü. Yalçıner bu konuda şunları söylüyor: “Bizim jenerasyonumuz para kazanmadı. Fenerbahçe’de aldığımız para yol masrafı gibiydi. Maaş veriyorlardı ama ancak antrenmanlara gidiş gelişe yetecek kadar bir paraydı. Bugünün belki asgari ücreti bile olmayacak bir rakamdı. Transferler de 5-10 bin lira arasında dönüyordu. Şube kaptanı Sedat Bayur’du. Bana transfer teklif etmişti. Hatta bir maça Faruk Ilgaz gelmişti. O zaman İsmet Uluğ başkan, o genel sekreterdi. Ben Vefa’da A milli olmuştum. Bana transfer teklif ettiklerinde ne alırsın babında para konuşulmadı. Benim de bir talebim olmadı. O zaman Sedat Bey, sanıyorum pazarlık marjı olarak, ‘Güner sana 5 bin lira vereceğiz,’ dedi. Ben, ‘Nasıl uygun görürseniz,’ dedim ve o parayı da almadım. Sonra bana ödenmedi o para. O zamanlar daha talebeyiz ama bir gün gidip kulübe istemedim. Bunu bir sitem olarak anlatmıyorum. Önce kendini ve değerini ispat edeceksin, sonra sana para da statü de veriyorlar. İş hayatında da böyledir. Önce kendine yatırım yapacaksın.”

Güner Yalçıner Fenerbahçe’de oynamaya başladığında İstanbul Ligi vardı ve bu ligin son dört sezonunda üst üste şampiyonluk yaşamıştı. Basketbol hayatının son birkaç yılında da Deplasmanlı Türkiye Ligi’ne tanıklık etti. Yerel liglerin yerini ulusal düzeyde bir ligin almasını şöyle değerlendiriyor: “Hem mahalli lig hem deplasmanlı lig dönemlerinde oynadım. Deplasmanlı Lig başlayınca oynadığımız maç sayısı arttı. Ankara ve İzmir takımlarıyla da maçlar yaptık. Basketbolumuzun gelişmesine de bir faydası oldu tabii. Basketbol eskiden İstanbul merkezli bir olaydı, belli bir ölçüde de Ankara vardı. Mülkiye, Harp Okulu, Kolej gibi takımların da büyük katkıları oldu. Lig deplasmanlı olunca şehirler arası rekabet arttı, diğer takımları görme olanakları ortaya çıktı. İzmir’de mesela Altınordu şampiyonluğa varan bir hamle yaptı.”

Lig maçlarına son kez 1969-70 sezonunda çıkan Güner Yalçıner, 1971’de yapılan görkemli bir jübileyle aktif sporculuğa veda etti. Jübilesinin gerçekleşmesi için ezeli rakipler Galatasaray ve Beşiktaş’ın yöneticileri ve sporcularının sergilediği centilmence davranış, sanıyoruz onun hayatının unutulmaz olayları arasında baş köşeyi tutuyor. “1971’de basketbolu bıraktığım zaman jübilem oldu. Dereağzı tesislerinde güzel bir restoran vardı. Bazı yaz akşamları oraya giderdik. Bir gün gittiğimizde rahmetli Namık Sevik, Emin Cankurtaran ve birkaç kişi daha yemek yiyorlardı. Emin abi ve Namık Sevik beni çok severlerdi. Merhaba demek için masalarına uğradım. Namık abi, ‘Bu sene ne yapıyoruz kaptan?’ dedi. ‘Ben artık iyi bir zamanlama olarak bu sene basketbolu bırakacağım,’ dedim. ‘Olur mu öyle şey? Sen kondisyon olarak gayet iyisin,’ diye karşılık verdi. Öyleydim hakikaten, istesem birkaç yıl daha oynardım. Böyle bir konuşma geçti aramızda. Ben 1971 yılında sembolik bir maça çıkıp bırakmak istiyordum. Bir gün Milliyet’te Namık abiyi ziyarete gittim. Bırakacağımı söyledim. ‘Kararlı mısın?’ diye sordu. Ben evet deyince, ‘Sana bir jübile yapalım,’ dedi. ‘Namık abi, benim böyle bir talebim yok. Ben daha mütevazı bir şekilde bırakmak istiyorum,’ dedim. Bülent Gencer’i çağırdı, ‘Güner’e bir jübile yapacağız,’ diye konuştu. ‘Sen bir tarih belirle, senin bu şekilde basketbolu bırakmanı istemiyorum,’ dedi. Jübile çok enteresan bir olaydır çünkü son maç oluyor ve istediğin gibi bir hava olmazsa içinde ukde kalır.”

“Sonuçta bu jübile olayı bir gündem kazandı. Gazetelerde Güner basketbolu bırakıyor diye haberler çıktı. Ben Galatasaray’la bir maç düşündüm. Ondan önce de bir mini futbol maçı oynanması aklıma geldi. Can’la konuştuk. ‘Tabii yapalım ama ben mini futbolda değil basket maçında oynarım,’ dedi. Bir de tekaütler maçı programı yaptık. Beşiktaş’ın o zamanki başkanı Hakkı Yeten’den bazı futbolcular için izin almaya gittim. Hiç unutmuyorum, Şeref Stadı çamur deryası, orada antrenman yapıyorlardı. İdareci Sedat Kesen kulüpte sözü geçen bir adam, oradaydı. Rakip takım ama beni severlerdi. Rahmetli Vedat, Sabri Dino ve Yusuf için izin istedim. Hakkı Yeten oturmuş antrenmanı izliyordu. ‘Tabii, hocamız da uygun görürse olur,’ dedi. Eskiden rakip takımlardaki sporcular birbirinden bu kadar kopuk değildi. Mesela çok sıkı fıkı olmasak da Metin Oktay’ın arkadaşıydım. Onunla, Suat Mamat’la bazen gece bir kulübe giderdik mesela.”

“Sonra Şengün’e jübileden bahsettim. Galatasaray başkanı Selahattin Beyazıt’tan randevu istedim. Selahattin Bey beni kulübe davet etmiş. O gün kulübe gittim. Yönetim kurulu toplantıdaymış. Sekreter haber verince Selahattin Beyazıt kapıya çıktı. ‘Gel kardeşim,’ dedi. Beni odaya aldı. Birkaç sitayişkâr cümleyle beni yönetim kuruluna tanıştırdı. Jübilemden bahsettim, onlar da memnuniyetle kabul ettiler. Bunlar benim spor hayatımın onur verici noktalarıdır. Sonuçta böyle bir havada jübilem gerçekleşti. Can’la Dağcılık Kulübü’nde buluştuk. Sergi Sarayı’na yürüyerek gidiyoruz. Salona yaklaştıkça baktım, ciddi bir hareket var. Maçların durumu Radyoevi’nin oradan belli olur. Salona girdim, üst ve alt katlar tamamen dolu, herkes saha kenarında oturuyor. Fenerbahçe’den Ziya Şengül, Fuat, Selim, Şeref Has; Galatasaray’dan Suat Mamat gibi o dönemin ünlü futbolcuları mini futbol maçı yaptılar. Çok gerçekçi bir gözle söylüyorum, bugüne kadar benim jübilem gibi bir jübile olmadı basketbolda. O gece verilen kupalar, plaketlerle birlikte eve gittim. Oturdum düşündüm; kendi ölçülerimde sporu iyi yaptım, finalim de çok güzel oldu. Manen müthiş bir rahatlık geldi. Bir sporcunun hedefleri ve hayalleri vardır. Büyük bir takımda oynamak, milli takımda oynamak, oynadığı takımda şampiyon olabilmek, takımda bir ağırlığının olması, imkân bulursa kaptanlık yapması. Kendi hayatımda bütün bunları yaşadım. Onun için spor hayatımda tatmin oldum.”

Antrenörlük kursuna gitmesine rağmen yoğun çalışma hayatı nedeniyle basketboldan kopan Yalçıner, Fenerbahçe’de iki farklı dönemde şube kaptanlığı yaparak özlemini biraz olsun gidermiş. “Federasyon da kulübüm de beni antrenörlük yapmam için çok iteledi. Ankara’da bir antrenörlük kursuna gönderdiler. Ama ben meslek hayatımı ön plana aldığım için antrenörlüğü düşünmedim. İki dönem, ikişer sene şube kaptanlığı yaptım. Biri Emin Cankurtaran dönemindeydi. Bıraktığım senenin ertesinde, 72 olması lazım. Emin abi çağırdı beni. O zaman takım çok kötü gidiyordu, düşme riski vardı. Basketbol meslek değildi o zaman. İş hayatımız yoğun biçimde devam ediyordu. Fakat Emin abi bana jübilemde çok destek olmuştu. Göreve çağırınca gittik. Sonra iş hayatında belli merdivenleri çıkmaya başlayınca şubeyi bıraktım. Sonra 82 yılında Ali Şen başkan olunca beni çağırdı. O sırada Tam Sigorta’da genel müdürdüm. Ali Şen çok saydığım bir başkandı ama o zamana dek bir diyaloğumuz olmamıştı. Görüşmeye gittim. ‘Şu basketbolu kalkındıralım. Senden rica ediyorum,’ dedi. Böyle bir teklifi kırmam mümkün değil. İşte o zaman Efe’li, Calvin’li, Hakan’lı o takımı kurduk. Çok iyi bir takımdı. Play-off’a namağlup girmiştik.”

“Aziz Yıldırım başkan olduktan bir süre sonra eski basketbolcuları görüşmeye çağırdı. Ben, Batur, Ömer, Erdoğan Karabelen gibi basketbolcular gittik. Bize o gün şunları söyledi: ‘Basketbol külfetli bir olay. Bu şartlarda kulübe büyük bir külfet getiriyor. Gelin bir tüzük tadili yapalım, basketbolu tamamen ayıralım kulüpten.’ Ben şöyle cevap verdim. ‘Fenerbahçe bir spor kulübü, futbol kulübü değil. Şubeyi ayırma fikri bir noktaya kadar iyidir. Basketbol şubesini özerkleştirin. Kendi yönetimi olsun. Kendi organizasyonunu kendisi yapsın fakat kulüple organik bağını korusun.’ Mahmut Uslu da beni destekledi.” Son olarak günümüzün basketbol ortamını sorduğumuzda şunları söylüyor: “Artık dünya öyle bir hale geldi ki, bütün takımlarda yabancı oyuncular oynuyor. Yabancı oyuncu sayısını kısıtlayarak bir yere varamazsın, sen öyle bir duruma geleceksin ki onların yerini alacaksın. Yeni kuşaklar artık o kadar konforlu bir hayat yaşadıkları için çok çalışmıyorlar. Biz Fener-Galatasaray maçına karda, kışta dolmuşla gelirdik. Şimdi kulüplerin harika kamp yerleri, otobüsleri var.”
