14 Mart’ta kaybettiğimiz Halit Deringör, yirmili yıllarda doğan futbolcu kuşağının son temsilcilerinden biriydi. 1922’de İstanbul’da dünyaya gelen Deringör, 1937’de genç takıma girerek adım attığı Fenerbahçe’yle ilişkisini önceki günkü vefatına kadar hiç kesmedi. 1941-52 arasında A takımın değişmez sol açığı olarak top koşturduktan sonra, altmışlı yıllarda umumi kaptanlık yaptı. İlerleyen yaşına rağmen hemen her gün Dereağzı’nda eski sporcu ve idareci arkadaşlarıyla birlikte oldu. Onu pek çok futbolcudan ayıran önemli bir özelliği, ülke sorunlarına kafa yoran bir aydın olmasıydı. Üretken bir yazar olarak, Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerindeki köşe yazıları dışında, birçok kitap yayınladı. Bu kitaplar kendi anıları yanı sıra, çocukluk ve gençlik yıllarının Kadıköy’ü hakkında gözlemler içermesi, bir dönemin Fenerbahçe ve Türk futbolu hakkında ilginç detaylar vermesi bakımından da önemliydi. Aşağıda okuyacağınız yazıyı, onun kaleme aldığı “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak” ve “Fenerbahçe Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanları” kitaplarının yanı sıra Dereağzı’nda kendisiyle yaptığımız sohbetlerden derledim.

İstanbul’da, Kadıköy-Acıbadem, İsmail Hakkı Bey Sokağı’nda doğmuşum. Yoksulların çoğunlukta olduğu bir mahalle. Babam, Bingöl’ün Kiğı kazasından olup Kürt kökenlidir. Rus Harbi’nde köylerini, kentlerini terk edip babası, amcası ile birlikte İstanbul’a kaçıp gelmişler. Milli takım ve Fenerbahçe’nin eski futbolcularından Müjdat Yetkiner de aynı sokakta dünyaya gelmiştir. Müjdat ile doğum tarihlerimiz de birbirine yakın olduğundan, annelerimiz her ikimize de süt verdiklerinden biz de süt kardeşi olmuştuk. Mahallemizin hemen yanı başında yeşil bir alan vardı. İşte biz burada futbola bez topla başlamıştık. Hemen bu sahanın bitişiğinde buğday tarlası vardı. Haziranın yakıcı sıcaklarında, ekinlerin baş verdiği günlerde bizler, bu sapsarı başakların arasındaki gelincikleri toplar, kelebek yakalardık. İlkokulu Yeldeğirmeni’nde bitirdikten sonra, ortaokulu yine Yeldeğirmeni’ndeki Üçüncü Ortaokul’da okumuştum. Müjdat Yetkiner ile 3 yıl boyunca aynı sırada yan yana oturduk. Onun numarası 200, benimki 201 idi. Beden eğitimi öğretmeni Selim Duru, Müjdat’la ikimizi futbola çok teşvik etmişti. Bu yıllarda biz, mahalle takımımızı öteki mahallelerden birkaç takviye ile çok kuvvetlendirmiştik. Rıza Paşa sahasında bir turnuva tertip edilmişti. Mahalle takımı olarak bu turnuvaya iştirak ettik. Karşımızdaki takımların giyecek malzemeleri vardı da bizim takımın giyecekleri yarım yamalaktı. Küçük Moda ile finale kalmıştık. Final günü, Rıza Paşa çayırı hıncahınç doluydu. Bizim yarı çıplak takım finali 2-1 kazanmış, sıra kupayı almaya gelmişti ki, kupa Küçük Moda kaptanının evinden bir türlü gelmiyordu. Halkın baskısı karşısında kupayı bize verdiler ama , adamları kupayı ortasından çiviyle delmişlerdi. Maç sonrası, yarım yamalak halimizle omuzlarda Altıyol’a kadar getirildik.

Fenerbahçe’ye Giriş
Ortaokulda okurken 1937 yılında Müjdat’la beraber Fenerbahçe genç takımına girdim. Zeki Rıza’nın futbolu bırakması beni futbolcu yaptı. Fenerbahçe Stadı’nın etrafı katranlı, simsiyah kara tahtayla çevriliydi. Biz tahtaların üstüne tırmanıp içeri atlıyorduk. Zeki Rıza’nın son maçında geldik, tam tahta perdeyi çıktığım sırada çaaat diye bir ses. Polisin meçi (tahta cop). Ben dışarı atlıyorum derken içeri düştüm. İçeride de kim kovalıyor beni biliyor musun? Donki Necdet, Lebip abi, Şeref filan. Eski futbolcuları maça kaçak seyirci girmesin diye polis olarak koyarlardı. Beni kovaladılar kovaladılar, tribüne kadar gittim. Sonra düşündüm, bu adamlar beni yakalayamıyorsa, ben de futbolcu olurum dedim ve gittim yazıldım. Zeki Rıza da o maçta iki gol atmıştı. Müjdat ve benim Fenerbahçe’ye gelmemde en büyük etkenlerden biri, mahallemizde oturan Lebip Elmas’tı. Bize hamilik yaptı. Elimizden tuttu. Daima bizim hakkımızı korudu. Birinci takımın antrenörü Macar Herr Schweng genç takımı da çalıştırıyordu. Faruk Ilgaz da bizim takımdaydı.

Haydarpaşa Lisesi

1938-39 yıllarında, Haydarpaşa Lisesi’ne başladım. Türkiye’nin en görkemli lisesiydi, Selimiye Kışlası gibi. Dokuzuncu sınıfta yine Müjdat’la birlikte aynı sınıfta ve sırada oturduk. Benim numaram 1444, Müjdat’ın ise 1434’tü. Kaleci ve antrenör Sabri Kiraz da bizim sınıftaydı. Bu defa ikili derken biz üçlü olmuştuk. Hiç ayrılmadık birbirimizden. Hatta ilerde, Müjdat Yetkiner onun eniştesi olacaktı. Müdür Saffet Şavlı spora çok önem verirdi. Haydarpaşa Lisesi’ne girdiğimiz ilk yıl içinde Müjdat, İbrahim İskeçe, Sabri Ercüment, Tarık gibi futbolcular olmasına karşın, liselerarası şampiyonluğu kaybetmiştik. Lisede okurken kaleci Sabri, Müjdat ve ben, FB genç takımında oynuyor, Gazhane Halkevi’nde de maçlara katılıyorduk. Hiç unutmam, bu maçlardan birinde, maçı oynamadan önce tramvayla Gazhane sahasına gelirken Sabri’ye, ‘Ben Fenerbahçe takımında oynayabilir miyim?’ diye sordum. O da bana, ‘Deli olma. Sen ileride Fenerbahçe A takımında ve milli takımda oynayacaksın,’ diyordu.

Haydarpaşa Lisesi’ndeki ikinci yılımızda şampiyon olduk. Okul idaresi ve özellikle Saffet Şavlı çok mutlu oldular. Okulda bizleri adeta el üzerinde tutuyorlardı. Üçüncü yılımızda şampiyonluk finalini Hayriye Lisesi ile oynuyoruz. Oyunun hemen başlarında attığım bir gol ile üç yıl okuduğumuz Haydarpaşa Lisesi ikinci kez şampiyonluk kazanıyordu. Bu maçı Fenerbahçeli yöneticiler de izliyordu. İşte daha önce Haydarpaşa’da oynayan Küçük Fikret ve İbrahim İskeçe’den sonra Müjdat, Sabri Kiraz ve ben de Fenerbahçe’nin futbolcu listesine alınıyorduk. Kadroya girdiğimiz zaman transfer olarak para pul almadık. Aslında böyle bir şey aklımıza dahi gelmedi. Antrenmanlarda bize yol masrafı olarak bir lira ödüyorlardı. Bizim için önemli olan, hayal ettiğimiz sarı lacivert Fenerbahçe formasını giyebilmekti.

Mağlup Olduğumuz Zaman Vapurun Bodrum Katında Otururdum
Maçları kazandığımız zaman Hacı Bekir bizlere prim olarak 20 veya 25 lira verirdi. Bu yüzden karnımızı doyurmak için bir yan gelir de gerekiyordu. O yıllar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girmiştim. Aldığım 1 lirayla hem futbolu hem üniversiteyi yürütmek çok zordu. Bu nedenle, yönetim kurulunda bulunan Yarbay İsmail Hakkı Akalın’ın yardımıyla Tophane’deki Merkez Komutanlığı’nın Tahniye ve Fırınlar Müdürlüğü emrinde, Müjdat’la beraber işçi olarak çalıştık. Bizde sakatlandığını bile söyleyemezdin. Yerde yatıp kıvranamazdın. Gol attıktan sonra aşırı sevinç gösterilmezdi. Mağlup olduğumuz zaman İstanbul’dan Kadıköy’e vapurla geçerken kimse görmesin diye vapurun bodrum katında oturdum.
Admira, benim Fenerbahçe takımına girişimden sonra ikinci yabancı maçım. Bu takım, Hitler’in Avusturya’yı işgal edişinden sonra teşkil ettiği takımdı. İçinde, Avusturya ve Almanya’nın en değerli futbolcuları bulunuyordu. Aslında Hitler bu takımı bir propaganda amacıyla kurmuştu. 1942 yılında İstanbul’a geldiler. Önce Beşiktaş’ı, ardından Galatasaray’ı yendikten sonra Fenerbahçe ile karşılaştılar. Bu maçta ilk golü ünlü Taka Naci atmıştı. Oyun ilk yarı 1-0 sonuçlandı. İkinci yarı sağ taraftan gelen bir topu ben kafayla ikinci kez Admira takımının filelerine yollamıştım. Tabii kolay değildi. Henüz liseden gelip ikinci yabancı maçında böyle ünlü bir takıma gol atmak. Bunun iyi tarafları da vardı, kötü tarafları da. Takımda yıllanmış futbolcular, böyle genç yaşta bir insanın hemen sivrilmesini pek de hoş karşılamadılar. Ondan sonra yapılan maçlarda bu kıskançlık çemberini kırmak için bir hayli zorluk çektiğimi hatırlarım.

Ağları Yırtan Gol
13 Aralık 1942 günü Şeref Stadı’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı yapılıyor. İlk yarı durum 2-1, Galatasaray galip durumda. İkinci yarı başladıktan sonra Galatasaray yarı sahasına inen bir topa süratle dalıp hakim oluyorum. Ceza çizgisine geldiğim an çok kuvvetle attığım bir şutla Fenerbahçe’nin beraberliğini sağlıyorum. Ama bu gol, yıllarca dillerde dolaşan çok ilginç bir gol oluyor. Atmış olduğum kuvvetli şut, kalenin tavan ağlarını delip kale arkasındaki Çırağan Sarayı harabeleri önünde bulunan havuza gidiyor. Galatasaray kalecisi Kova Osman topu kalesinde göremediği için sevinçle zıplaya zıplaya topu almaya gidiyor. Aut atışı yapmaya hazırlanırken o günün hakemi Samih Duransoy Osman’a santrayı gösteriyor. Osman haksız da değil; çünkü o yıllar, gol attıktan sonra şov yapma, birbiriyle sarmaş dolaş olma gibi bir takım gösteriler yoktu. Olmadığı için de Osman gaflette bulunmuştu. Bu gol bizim kuşaktan sonra Metin Oktay’ın kuşağına kadar devam etmiş. Ve onun kuşağında yapılan bir Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşmasında tarih tekerrür etmiş, bu defaysa Metin Oktay Fenerbahçe kalesinin ağlarını yırtmıştı. Bizimki unutulmuş, Metin’inki ise yeni kuşağın dillerinde. Ancak şurası bir gerçek ki, ne ben ne Metin Oktay, ne de hiç kimse, bugünkü naylondan yapılan ağları yırtamaz ve delemez. Bu, fizik kurallarına aykırıdır. Bizim yırttığımız ağlar, ketenden yapılmış, çürük çarık ağlardı.

Baba Hakkı’yı Çileden Çıkaran Gol
Yıl 1945-46. Fenerbahçe Stadı’nda Beşiktaş’la oynuyoruz. İlk yarı başlarında yediğimiz gollerle 2-0 yenik durumdayız. Yediğimiz bu iki gol bizi çileden çıkarıyor. Santrhaf Kasap Halil, Baba Hakkı’nın üzerine saldırıyor. Melih Kotanca arka arkaya iki gol atınca durum 2-2 oluyor. Sonra biz üçüncü golü yiyoruz ve büsbütün ambale oluyoruz. Bir ara Baba Hakkı ile karambole girdik. Baba Hakkı topa basıp sırtını bana döndü ve ‘Piç, hadi gel vur bakiim,’ dedi. Ben de Baba Hakkı’ya, ‘Hakkı ağabey, ben sana nasıl tekme vurabilirim ki, ayağım taş olur,’ dedim. Bu davranışım onu iliklerine kadar gevşetmiş ve şöyle demişti: ‘Ulan kerata, insanın kalbini almayı ne kadar da güzel biliyorsun.’ Ancak oyunun sonu yaklaşıyordu ve 3-2 Beşiktaş’ın lehine bitecek gibi görünüyordu. Ama gene 90’ıncı dakika gelmiş çatmıştı. Sağdan kale içine indirilen bir topa öyle bir sıçramıştım ki, az kalsın kafam kalenin üst direğine çarpıyordu. Fakat topu kalenin sağ tarafından içeri atmayı başarmıştım. O anda gözüm ceza sahası dışındaki Hakkı Yeten’e takılmıştı. Elini beline koymuş, kaşları çatılmış, ‘Ulan bu piçe böyle gol mü attırılır,’ diye oyuncularına yakası açılmamış küfürler ediyordu.

Bir Fenerbahçe-Galatasaray maçında, takım kaptanları Gündüz Kılıç ve Halit Deringör, ünlü hakem Sulhi Garan ile para atışında.
Transfer Teklifleri
Yıl 1950. Bizim artık futbolda son yıllarımız yaklaşıyor. Futboldan para pul kazanamamışız. Geçim endişeleri başlamış. 1948’de önce Yapı Kredi Bankası’na girdim. Hamit abi vardı, eskiden Fenerbahçe’de kalecilik yapmıştı. O banka müdürüydü. Beni Eminönü şubesine aldı. Fakat aynı yıl Londra Olimpiyatlarına gitmem nedeniyle bankadan ayrıldım. 1949 yılında Tütüncülük Okuluna girip sınavı kazandım ve 5 yıl daha okumak üzere öğrenciliğe döndüm. Bu sırada kızım Gülderen dünyaya gelmişti. Okuldan 50 lira burs alıyordum. İşte tam bu sıralarda süt kardeşim Müjdat Yetkiner ile bana İstanbulspor kanca attı. İstanbulspor’la bizim ilişkimizi sağlayan, daha evvel İstanbulspor’a girmiş olan Boncuk Ömer’di. İstanbulsporlu yöneticiler onu ayarlamışlar, sen Halit’le Müjdat’ı getir bize, onlara 3er bin lira para. O zaman için büyük para. Bizimle sözleşme yapılmak üzere Karaköy’de bir noterde randevu verilmişti. O gün Müjdat, ben ve Boncuk Ömer noterde buluştuk. O zaman profesyonellik yok, özel mukavele yapılacak. Sözleşme hazırlanmış, iş imzalamaya gelmişti. Mukavele Müjdat’la benim önüme konuldu, ama ikimizin de sanki sağ kollarımıza felç gelmişti ve imza atamadık. Bu durumda İstanbulsporlu yönetici Ferruh Bey hayretler içinde kaldı ve gözleri yaşardı. Sonra bize hitaben, ‘Çocuklar artık siz İstanbulspor’a girseniz de istemem çünkü ben sizin gibi Fenerbahçeli ve formasını bu kadar çok seven insanları görmedim. Keşke herkes sizin gibi olabilse,’ demişti. Çok samimi söylüyorum, büyük futbolcu için, gerçek Fenerbahçeli için Fenerbahçe’den ayrılmak din değiştirmek gibidir.

1951-52 yılı, Fenerbahçe’nin kritik yıllarından biridir. O sıralarda Adalet Mensucat fabrikası, ünlü futbolcuları alarak bir futbol takımı kurdu. Fenerbahçe’den Mehmet Ali, Samim, Erol, Küçük Halil, Selahattin gibi klas futbolcular Adalet’e gitti. Ben o sıralarda Cibali Sigara Fabrikası’nda stajyerlik yapıyordum. Bir gün Kadıköy’e dönerken, vapur iskelesinde Adaletli iki yöneticiyle karşılaştım. Bana Adalet’e gelmem için iki dokuma makinesi ve 6000 lira para teklif ettiler. Bu parayla Bağdat Caddesi’nde iki daireyi rahatlıkla alabilirdim. Bir ay düşünmek üzere opsiyon verdiler. Param olmadığı için sabahlara kadar kâbus gördüm. Sonuçta durumu babamla paylaşmaya karar verdim. ‘Gitmezsen sonra başını taşlara vurursun,’ dedi. Babamı dinlemeyerek Fenerbahçe’de kalmaya karar verdim. Çok kimse bu parasız durumumda, böyle bir teklifi nasıl geri çevirdiğimi bir türlü anlayamadı. Bense verdiğim bu karardan hiç pişmanlık duymadım.

Namussuz Cüzdan Dolmadı Bir Türlü
Birçok Fenerbahçeli oyuncu Adalet’e transfer olunca takım maddi-manevi çöküntüye girmişti. O zaman Demokrat Parti milletvekili olan başkan Osman Kavrakoğlu Ankara’dan Burhan Sargın, Abdullah Matay, Orhan Çakmak, Akgün Kaçmaz gibi genç oyuncuları Fenerbahçe’ye transfer etti. Antrenör de Szekelly’ydi. Osman Kavrakoğlu kendi getirdiği genç oyuncuları oynatmak amacıyla Szekelly’ye, ‘Halit’ten vazgeç. 36 yaşına geldi, üç çocuğu var. Artık futboldan başka mesleği de var. Devlet memuriyetinde çalışıyor. Anadolu’ya tayini nasılsa çıkar. Ondan bize hayır yok artık,’ demiş. Oysa ben 30 yaşındaydım ve o zaman bir çocuğum vardı. Bunun üzerine Szekelly beni bir türlü kadroya almadı. A takımına alınmadığım için B takımında oynuyordum. Kasımpaşa ile oynadığımız maçta, genç bir oyuncuyla çarpıştım. Bu çarpışma sonunda o gencin ayağı kırıldı. O moral bozukluğuyla futbolu bırakmaya karar verdim. Top ayakkabılarımı kulübe teslim edip bu defteri kapattım. 11 yılın sonunda elimde maddi olarak sadece içi boş bir cüzdan kaldı. Bir şampiyonlukta Zeki Rıza’nın evinde yemek verdiler. Yemeği yedikten sonra bize birer cüzdan hediye ettiler. Önünde FB yazıyor, arkasında kupa resmi var. Cüzdanların içi boştu. O namussuz cüzdan dolmadı bir türlü, galiba hâlâ evde bir tarafta duruyor ama manevi olarak çok şey kazanmıştım.

Benim 1952 yılının sonuna kadar futbol envanterim şöyle: İlk maçımı Galatasaray’a karşı oynadım. Maçlarda 330 kez yer almışım ve 107 gol atmışım. Ortalama her üç maçta bir gol atmışım. 1952 yılına kadar, Fenerbahçe’nin tarihsel gelişimi içinde maç oynama sayısı bakımından yedinci sırayı, gol atma açısından da on birinci sırayı almıştım. Gerçeği söylemek gerekirse, bu süreç içinde en iyi takımımız 1948’de olmuştur. Bu yıl, antrenör Ignace Molnar’ın Fenerbahçe’ye ilk geldiği yıldır. Elinde aşağı yukarı birbirini aratmayacak kalitede futbolcular bulunuyordu. Bu takım ligde hiç yenilmemiş, 14 maçta sadece bir beraberlik almış, 49 gol atmış, 14 gol yemiş. Ortalama her maç 3,5 gol. Bu sezon, sol iç oynayan Lefter’le ben korkunç bir gol yarışına girmiştik. Sonuçta Lefter 13 gol ile birinci olurken, ben 11 golde kalmıştım.

Acar İdman Yurdu
Futbol hayatımda başarının en üst seviyesine kadar çıktım. Ancak bir süre sonra sadece başarılı bir futbolcu olmak bana yetmemeye başladı. Para kazanmak, ülke için üretim yapabilmek için tahsilimi daha da yükseltme olanaklarını araştırdım. Bu nedenle, o yıllarda açılan Tütüncülük Yüksek Okulu sınavına girdim. 250 kişi arasında on sekizinci olmuştum. Okulu bitirdikten sonra ilk stajımı yapmak üzere İzmir’e gittim. İki ay süren stajım sırasında Karşıyaka futbol takımını çalıştırdım. İzmir’den sonra stajın ikinci etabını Samsun’da yaptım. Orada da üç ay kaldım ve o süre içinde Samsun Fener kulübünü çalıştırdım. Fener’in ezeli rakibi 19 Mayıs takımını da eski Galatasaray sol açığı Mehmet Ali çalıştırıyordu. Benim görevde bulunduğum süre sonunda Fener takımı Samsun şampiyonu oldu. Samsun’dan sonra stajımın son evresi için Bursa’ya gittim.

Gaffarzade İhsan İpeker Bursa’nın zengin iş adamlarından biriydi. İpek fabrikaları vardı. Aynı zamanda Acar İdman Yurdu’nun başkanlığını yapıyordu ve koyu bir Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’ye ipekten sarı-lacivert forma yapıp hediye etmişti. Benim Acar takımını çalıştırmamı ve oynamamı teklif etti. “Görev yapacağım yer kuradan sonra belli olacak,” dedim. “Ben hallederim,” dedi ve dediği de oldu. Çektiğim kurada Bursa çıktı. Böylece Acar İdman Yurdu’nda antrenörlüğe başladım. Galatasaray’ın milli futbolcusu Muhtar Tuçaltan, gazeteci Rauf Tamer de vardı takımda. Bursa şampiyonluğu için Güvenspor’la çekişiyorduk. Onlarla yapacağımız maça hakem olarak İstanbul’dan Feridun Kılıç geldi. Maç saat 5’te başlayacaktı, 12’de stadın kapıları kapandı. Maçta biz 3-0 öne geçince Güvenspor’un bütün oyuncuları beni kovalamaya başladı. Emniyet kuvvetleri sahaya girdi. Sonuçta maçı da şampiyonluğu da kazandık. O gece ve ertesi gün, üstü açık arabalarla şehrin ana caddelerini dolaştık. Bursa şampiyonluğunun ardından finalde Karagümrük’ü yenerek Türkiye amatör futbol şampiyonu da olduk. O zaman Karagümrük’te Ahmet Berman ve İsmail Kurt da oynuyordu.

Fenerbahçe’de Umumi Kaptanlık
1962’de Bursa’dan döndükten sonra Fenerbahçeli eski futbolcu arkadaşlarım beni kulüp yönetimine getirmek istiyorlardı. Fakat kulüp o zaman grupların hegemonyası altındaydı. Grupçu olmadığım için yönetime girmem çok zordu. O sıralarda Semih Bayülken ve Muhittin Bulgurlu kulüpte fazlasıyla söz sahibiydi. Çocukluk arkadaşım olan Semih Bayülken tahmin ettiğim gibi bu duruma rıza göstermedi. Beni iyi tanıyordu. Bir kaba sığmayacağımı, kimseye boyun eğmeyeceğimi çok iyi biliyordu. Muhittin Bulgurlu’ysa yönetime girmeme daha sıcak bakıyordu. Sonuçta arkadaşlarımın baskısı karşısında Bayülken evet demek zorunda kaldı. 1964-65 sezonu başlamadan önce menajer Ahmet Erol ve doktor Reşat Dermanver’le Ankara’ya gidip Ziya Şengül ile Şükrü Birant’ı transfer ettik. Sonuçta Fenerbahçe takımı o yıl şampiyon oldu. Böylece Samsun ve Bursa’dan sonra döndüğüm Fenerbahçe’de de şampiyonluk yaşamıştım. Ama bütün bunlardan sonra şunu çok iyi öğrendim ki, Türkiye’nin o günkü ve bugünkü koşulları içinde ne antrenörlük ne de yöneticilik yapabilirim. Türkiye’de hemen hemen bir ilki gerçekleştirerek şampiyonluk kupasının alınmasından 15 gün sonra istifa ettim.

Halit Deringör için son sözleri ünlü spor tarihçilerimize bırakalım. Cem Atabeyoğlu 1947-48 sezonunda kazanılan şampiyonluk anısına çıkarılan Fenerbahçe Albümü’nde onun futbolculuk vasıflarını şöyle anlatmış: “Halit Deringör’de bir sol açıkta aranılan bütün vasıflar tam manasıyla mevcuttur. Süratli, şutör ve bilhassa golcü bir sol açıktır. Önceleri sağ ayağı çok zayıf bulunan Halit, bütün kuvvetiyle bu kusurunu telafiye çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur. Şimdi iki ayağına da aynı derecede hakimdir. Halit Deringör’ün en büyük hususiyetlerinden birisi de kale ağzında canını dişine takarak attığı müthiş kafa şutlarıdır. Halit bu pozisyonlarda çıkardığı kafa şutlarıyla netice üzerinde roller oynayacak kabiliyettedir. Ayrıca topu ayağında tutmadan ortalara aktarması da iyidir. Bilhassa sağ ayağıyla çektiği kornerler, rakip kalenin daima ağzını bulur. Frikik atışları da ihmal edilmez.

Fenerbahçe kulübünde en uzun süre yöneticilik yapan isimlerden biri olan Rüştü Dağlaroğlu ise, Fenerbahçe Tarihi kitabında ondan şöyle bahsetmiş: “Halit Deringör Fenerbahçe’ye Haydarpaşa Lisesi’nde talebeyken girmiş ve birinci takımda ilk maçını 8 Haziran 1941’de Galatasaray’a karşı sol açık olarak yapmıştır. Bu mevkii 11 yıl muhafaza eden Halit, 5 defa da milli olduktan sonra, son maçını 3 Eylül 1952’de Vefa’ya karşı oynadı. Birinci takımla profesyonel kadroda 330 maça katılan ve 107 de gol atan Halit, sarı-laciverdin yarım asırlık tarihinde maç sayısı bakımından 7’nci, golcülük bakımından da 11’inci sırayı işgal eder. Fenerbahçe takımına kaptanlık da etmiş ve bilhassa kafa golleriyle birçok galibiyetlerinde âmil olmuş bulunan Halit Deringör, futbolde olduğu kadar, hususi hayatında da temiz ve dürüst bir genç olarak tanınır. Teşkilatın iltifatına mazhar olmayarak götürülmediği Londra olimpiyatlarına kulübü tarafından gönderilince, avdetinde harçlığından arttırdığı 400 lirayı kulübüne iade etmesi, karakterine ölçü olarak işaretlenmeğe değer bir hadise ve hatıradır. Sıkıntı içindeki Fenerbahçe Kulübü bu sıralarda ödeyemediği stadının üç aylık su borcunu ancak Halit’in iade ettiği bu para ile tediye edebilmiştir.”
