1953-1963 arası, Galatasaray ve Türk basketbol tarihinin önemli isimlerinden biriydi Üner Erimer. Galatasaray genç takımı ve Tıp Fakültesine girişi aynı yıla denk gelen Erimer, bir yandan spor yapıp diğer yandan eğitimini aksatmadan sürdürmüş ve Ali Uras’ın ardından Galatasaray’ın ikinci doktor basketbolcusu olmuştu. Genç yaşta üstlendiği takım kaptanlığının ardından, son sezonunda antrenör-sporcu olarak da sarı-kırmızılı renklere hizmet etmişti. Sporu bıraktıktan sonra uzun yıllar Almanya’da doktorluk yapan Üner Erimer, birkaç yıl önce Türkiye’ye dönmüş. Basketbol tarihimizin önemli tanıklarından biri olarak anlattıklarını, araya fazla girmeden aktarıyoruz:
“İki doğum tarihim var. Bir tanesi hakiki olan 1933, diğeri nüfus kâğıdımdaki 1934. Sebebi, Trabzon’un köylerinden birinde doğmuşum. Babam doktordu, dâhiliyeciydi. Burslu okuduğu için muhtelif yerlere gidip mecburi hizmet yapmıştı. Nasıl olsa altı ay sonra İstanbul’a döneceğiz, o zaman kütüğümüze kaydettiririz demiş. İstanbul’a gelince nüfus müdürlüğüne gitmiş. Bir bakmış ki kütüğü fareler yemiş. Bizim sayfaları daha evvel yeni bir kütüğe geçirmişler. Gelgelelim yer yok. Adam o zaman biz bunu buraya kaydedelim demiş. Babam aynı zamanda bakteriyologdu. Sıtma mücadelesi, tüberküloz, mesleğine uygun olarak oralara gitti. Sonra üç buçuk sene kadar Afganistan’a gittik. Türk hükümetiyle Afgan hükümetinin karşılıkla anlaşmasıyla orada tüberküloz hastanesinde şef olarak çalıştı babam. Biz de oralarda haylazlık ettik, koştuk oynadık altı ile dokuz yaş arasında.”

İlkokulu bitirdikten sonra orta öğrenime Şişli Terakki Lisesi’nde devam eden Üner Erimer, basketbola burada başlamış. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’daki yüksek okullara müracaat tarihlerinin geçmesi onu Ankara’ya sürüklemiş. Burada bir parantez açıp günümüzün genç kuşaklarının çok yabancısı olduğu, o günlerin üniversiteye giriş sistemi hakkında kısaca bilgi verelim. O yıllarda gerek nüfusun gerek liseyi bitirenlerin azlığı sebebiyle, üç yıllık eğitim sonunda lise bitirme sınavını başarıyla verenler, pek çok fakülteye doğrudan kayıt yaptırabiliyordu. Mühendislik ve tıp gibi çok az branşta, her fakültenin kendi açtığı giriş sınavını kazanmak gerekiyordu. Bu kısa açıklamadan sonra sözü tekrar Üner Erimer’e bırakalım: “Liseyi bitirdikten sonra Robert Kolej’in mühendislik kısmına müracaat etmek istedim fakat babam Ankara’dan talep edilen parayı getirene kadar müracaat tarihi geçti. Bunun üzerine Tıp Fakültesine girmek istedim fakat oranın müracaatları da kapanmıştı. İstanbul’daki fakültelere müracaat vaktini kaçırınca Ankara’ya gittim. Orada da sadece Hukuk Fakültesinin vakti geçmemişti, oraya kaydoldum. Fakat orada sadece Roma hukuku dersini enteresan buldum ve takip ettim. O sırada üniversitedeki arkadaşlarım arasında atletizmle uğraşanlar vardı. Akdeniz Oyunları’nda üç adım atlamada bronz madalya alan Akın Altıok arkadaşımdı. Onun vasıtasıyla üç adım ve 100 metre yarışlarına katıldım. Bir başka arkadaşım da Ankaragücü takımında basketbol oynuyordu. Beni kulübe götürdü. Lisede basketbol oynadığımı söyleyince beni genç takıma aldılar. Böylece o sene hem atletizm yaptım, hem Ankaragücü genç takımında basketbol oynadım. Takım arkadaşlarımdan biri, o sırada Konservatuar öğrencisi olan Müşfik Kenter’di.”

“Ertesi sene İstanbul’a döndüm ve tıp fakültesine kaydoldum. O zamanlar fakülteler arasında basketbol maçları oluyordu. Yalçın Granit ile Osman Solakoğlu yeni oyuncular bulmak için bu üniversite maçlarını seyrediyorlarmış. Tabii benim bundan haberim yok. Beni beğenmişler, bir müddet sonra Galatasaray genç takımına aldılar. Hatta Osman Solakoğlu benim Ankara’da atletizm de yaptığımı öğrenmiş. Beni ısrarla üç adım atlama yarışına soktu. Bizde o senelerde atletizm maalesef çok zayıftı. Gençlerde üç adım yarışına iki kişi katıldık. Ben 13.05’le birinci oldum, rakibim ikinci oldu; üçüncü yarışmacı yoktu!”


Galatasaray genç basketbol takımında bir sene geçiren Üner Erimer, 1953-54 sezonunda A takımı kadrosuna alınmış. “Bir sene genç takımda oynadım. Çok sevdiğim arkadaşım Sinan King vardı, maalesef erken vefat etti. Bir sene sonra Sinan ve ben A takımına geçtik. A takımda evvela Ali Uras bizle beraber oynadı. Voleybolcu Ayhan Demir boyu dolayısıyla ara sıra takviye olarak gelirdi. Sadi Gülçelik vardı, ağırbaşlı bir insandı. Cemil Sevin, Yalçın Granit, Erdoğan Partener vardı. Ertesi sezon bu isimlerin bir kısmı bıraktı, gençler geldi. Tuğrul Demir, Yavuz Türkoğlu vardı. Daha sonra Şişli Terakki Lisesi’nde benden birkaç sınıf küçük Savan Zorlu geldi. Tuğrul’un kardeşi Yavuz Demir vardı. Antrenör olarak Ali Uras’tan sonra Amerikalı Samuel Fox geldi. Esasında hiç basketbol antrenörü değil, beyzbol antrenörüymüş. İstek üzerine onu yollamışlar.”


1955-56 sezonunda Milli Takımı çalıştırmak üzere Türkiye’ye gelen Samuel Fox’tan ne kadar memnun değilse, ertesi sezon Galatasaray’ı çalıştırmak için gelen yine Amerikalı antrenör Jim McGregor’dan övgüyle söz ediyor Üner Erimer: “Gördüğümüz en mükemmel antrenör McGregor’du. Dünyaca tanınan bir antrenördü. Basketbola hizmet dolayısıyla Amerika tarafından görevlendirilmiş. Filipinler, Avrupa ülkeleri ve bilhassa İtalya’da görev yapmış. İtalyan takımını çok iyi bir hale getirdi. Türkiye’ye Osman Solakoğlu getirdi onu. McGregor İtalyan takımını öyle bir çalıştırmış ki; Avrupa Şampiyonası’nda Macarların takımı çok kuvvetliydi, yendiler. Ruslara bir oyun oynadılar, yendiler. Bir beş giriyor – pres, o çıkıyor öteki beş giriyor – pres. McGregor’un oynattığı basketbol hiç Amerikan basketboluna uymuyordu. Bütün dünyada çalışmış. Müdafaa, müdafaa diye bağırırdı. Benim sol elim iyi çalışmıyor diye çıkardı ilk beşten. Bana dedi ki, ‘Sen iyi müdafaa yaparsın, çok iyi bir şey fakat doğru dürüst sol elin yok,’ ‘Ne yapacağız?’ diye sordum. ‘Çalışacaksın,’ dedi. Beni aldı, sol elimle kendisi tek başıma antrenman yaptırdı. Sol elimle bir sürü geçişleri anlattı bana. Ben de o şevkle çalıştım, üç ay sonra gene girdim takıma. Adamın antrenörlüğüne bak. Görüyor, ikaz ediyor, şak diye kararını veriyor. Sen istediğin kadar takım kaptanı ol, çıkarıyor seni. Antrenör dediğin öyle olur.” Jim McGregor’un çalıştırdığı 1957-58 sezonunda Galatasaray, İstanbul Ligi’nde şampiyon olmuş. O sezon Ted Lallier isminde bir Amerikalı oyuncu da şampiyonluğa katkıda bulunmuş. Bu oyuncuyla ilgili olarak şunları söylüyor Üner Erimer: “Ted’i Osman Solakoğlu getirmişti. Muhtemelen Türkiye’de görev yapan askerlerdendi. Boyu 2.05’ti. En uzun adamımızdı. O takım çok iş yaptı, çok kuvvetli bir takımdı.”


Üner Erimer’in Galatasaray’daki kariyerinin başlangıcı, ezeli rakip Fenerbahçe’yle yaşanan rekabetin basketbolda da başladığı sezona denk geliyor. Bu rekabeti sorduğumuzda şunları anlatıyor: “Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti nefis bir rekabetti. Tribünleri dolduruyordu. Bundan önce beş kişi o zamanlar için büyük bir seyirci kitlesiydi. Arkadaşlığımız da çok iyiydi. Birbirimizi sayarak ve severek büyük bir rekabetle oynardık. Onun verdiği zevk spor hayatında her zaman olmaz. Fenerbahçe- Galatasaray maçlarının sonuçları, Can Bartu’nun çıkaracağı sayıyla kaçırdığı sayıya göre belirlenirdi. Müdafaacısı bendim. Ankara’da Türkiye Şampiyonası’nda ben çok forma girmiştim. Can’ı 12 sayıda bıraktım, büyük bir başarı oldu bu. Ben 20 sayı attım, o maçı biz kazandık. Bu bir kriter olmuştu. Can Bartu’yu 20 sayının altında tutabilirsen o maçı kazanabilirsin deniyordu kulüpte konuşulurken. Batur, Can ve ben adamakıllı sıkı müdafaa ve sayı çıkarma mevzuunda büyük rol oynardık. Batur çok iyi müdafaacıydı. Can korkunç şutör bir adamdı. Milli Takım seyahatlerindeki neşesi, Altan Dinçer’e takılması unutulmaz. En sonunda büyükler toplanıp, ‘Can biz bu şakaları maçlar bittikten sonra yapalım. Maçlardan evvel yapınca millet güle güle gevşiyor, konsantrasyon gidiyor,’ dedik.”


Söz Milli Takım’dan açılınca, oyuncu seçiminde her zaman hakkaniyete uyulmadığını, verdiği örnekle dile getiriyor. “Turgut Atakol, Galatasaraylılığını inkâr edecek durumu yoktu ama tarafsızlığını korumak için büyük sıkıntı çekerdi. Diyelim ki bir Avrupa Şampiyonası yapılacak. Takım seçileceği zaman Turgut abi, bu antrenörün işidir der ve elini ayağını çekerdi. O zaman Samim Göreç’in çok hakkaniyetli bir antrenör olması lazımdı ama öyle değildi maalesef. Barselona’daki Akdeniz Oyunları kadrosundan beni ve Güner’i çıkardı, kardeşi Ertem Göreç’i aldı. Ondan birkaç ay önce Budapeşte’de Avrupa Şampiyonası olmuştu. Bizim maçlarımız bitmiş, sıralama maçları oynanıyordu. Ben bir takım arkadaşımla birlikte tribünde bu maçları seyrettim. Yanımızda genç kızlar vardı. Samim Göreç ‘disiplinsiz davrandılar’ gerekçesiyle bizi takımdan çıkardığını söylemiş. Gazeteciler bana gelip buna ne dediğimi sordular. Onlara, ‘Bu akıl alır bir şey değil. Beni çıkarsın tamam ama Ertem Göreç’in yerine girebilecek üç kişi var, onları alsın,’ dedim.” Bunun gibi sebeplerle Üner Erimer’in Milli Takım kariyeri, 29 maçla sınırlı kalmış. Ay-yıldızlı formayı ilk kez, 1955’te Budapeşte’de yapılan Avrupa Şampiyonası sırasında, 8 Haziran’da oynanan İtalya maçında giymiş. Barselona’daki Akdeniz Oyunları’nda milli formadan mahrum kaldıktan sonra, 1957’de Sofya’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda tekrar kadroya girmiş. O yıllarda açık havada yapılan birçok büyük organizasyon gibi, bu şampiyona da stadyumda düzenlenmiş. Bununla ilgili de ilginç bir anısı var: “Bulgaristan’da bizi kızgın güneşin altında oynattılar. Altan 48 numara ayakkabılarıyla bir ileri bir geri biraz fazla koştu. Mübalağa etmiyorum, bir müddet sonra, ‘Tutuşuyorum! Ayaklarım yanıyor!’ diye bağırmaya başladı. Kovayla su getirdiler, ayaklarını soktuğu zaman vallahi cozz diye ses çıktı.” 1959 yazında İstanbul’da, Mithatpaşa Stadı’nda yapılan Avrupa Şampiyonası’nda yine milli formadan mahrum kalan Erimer, aynı yılın Ekim’inde Beyrut’ta yapılan Akdeniz Oyunları’nda mücadele etmiş. Üner Erimer milli formayı son kez, 1960 Balkan Şampiyonası’nda oynanan Romanya maçında giymiş.


Kulüpler düzeyinde Avrupa kupalarının henüz organize edilmediği ellili yılların ortalarında, basketbol takımlarımız özellikle yaz aylarında diğer ülkelerin kulüpleriyle çeşitli temaslar yapıyordu. İstanbul’da özellikle Kadıköyspor’un açık hava sahası, yaz aylarında yabancı takımların da katıldığı turnuvalara ev sahipliği yapıyordu. Türk takımları da hemen her yaz çeşitli Avrupa ülkelerinde turnelere çıkıyordu. Üner Erimer Galatasaray’da oynadığı yıllarda katıldığı turnelerden ilginç anılarını anlatıyor: “Yalçın Granit Fransızca konuşurdu. Fransız basketbolunu çok ilerleten Robert Busnel vardı. Bir ara Yalçın geldi, bize, ‘Robert Busnel diyor ki, siz Fransa’ya gelin, kaç maç oynarsanız oynayın, iki maç kazanırsanız, sizin bütün masraflarınızı karşılayacağım.’ Osman Solakoğlu, Turgut Atakol, tercüman olarak Yalçın Granit, ne yapıp edip bu turneyi temin ettiler. Çok enteresan bir seyahate çıktık, umumi Avrupa turnesi. İlk maçımızı Sofya’da yapacaktık. Trenle Bulgaristan’a gittik. Anlaşmalı olarak 1939’dan beri sınırdan Bulgaristan’a giren ilk Türk kafilesiydik. Girince bizim vagonumuz orada kaldı. Sabah gelip alacaklar sizi dediler. Danslar, müzikler, bize ikram yaptılar. Gece bütün takım ishal oldu. Tek bir tuvalet var, sıraya girdik. Çıkan tekrar sıraya giriyor!”

“Bu turnede takviye olarak Mehmet Ali Yalım’ı ve çok sevdiğimiz arkadaşımız Yüksel Alkan’ı almıştık. Sonra Slovenya’ya gittik. Slovenya o zaman Yugoslavya’nın bir parçası ama tabii onların ayrı bir havaları vardı. Ljubljana’da oynadığımız oyun çok enteresandır. Saha toprak, şakır şakır yağmur yağıyor. Top, futbol topunun biraz büyüğü, parçalı ve dikişli.” Üner Erimer o günleri hatırlarken bir an durup gülüyor. “O zamanın basketbolu. Bizde bir de Orhan vardı, onun şut atışı enteresandır. Havaya diker, nereye gittiği belli olmaz, ondan sonra şak diye düşer. Top gözükmüyordu en son attığı zaman, ondan sonra birden bire filenin içine düşüyordu. Enteresan, güldürücü bir maç oldu. Onlar kazandılar tabii orada. Oradan Belgrad’a devam ettik. Partizan’a karşı oynadık, kaybettik. Yugoslavlar o zamanlar çok kuvvetliydi. Fransa’da Yalçın Granit’in bilhassa çok iyi oynadığı maçlarda üç veya dört maç kazandık. Busnel’in yakasına yapışma fırsatı doğdu ama sonra ne yaptılar bilmiyorum.”

Spor tarihimizin müstesna insanlarından Mehmet Ali Yalım’la ilgili anılarını gülerek anlatıyor Üner Erimer: “Yola çıkardı, beyaz ama pis ayakkabılarla. ‘Yahu Osman şu ayakkabılarla utanmıyor musun beni seyahate çıkarmaya,’ derdi. Osman Solakoğlu ilk istasyonda ona ayakkabı arardı! Yalım herkese tuz yedirirdi. Ailesi bile çekinirmiş yemek yerken. Fransa seyahati sonunda Marsilya’dan gemiyle döndük. Kelle Tuğrul fena halde kızdı buna tuz yediriyor diye. ‘Ben buna tuz yedireceğim,’ dedi. Öyle yaptı, böyle yaptı. Yalım daha Tuğrul’un suratına baktığı zaman anladı bir şeyler olduğunu. İşin enteresan tarafı, Kelle Tuğrul bekliyor tuzlu suyu içecek diye, en sonunda dayanamadı, kendi önündeki suyu içti. Bir de baktı ki tuzlu!” Bu hoş anıların yanında, başlarından geçen tatsız bir olayı da hatırlıyor: “Yurt dışında bir maçtan önce, Ali Uras yemekten zehirlenmişti; az daha ölüyordu. Ben tesadüfen takım kaptanı olarak onunla konuşmak için odasına girdim. Baygın vaziyetteydi, şakır şakır terlemiş. Güç bela infüzyonlar filan adamı kendine getirdik. Odaya girmesem gidecekmiş. Belki kurtulurdu yine ama güç duruma düşerdi sağlık bakımından.”

Bu tür seyahatlerin belki en ilginç olanı, o zamanların “Demirperde” ülkesi Sovyetler Birliği turnesi olmuş. 1957 yazında önce Galatasaray futbol takımı turneye çıkıp çeşitli maçlar yapmış. Ardından basketbol takımı önce uçakla Kars’a, oradan trenle Tiflis’e geçip, açık havada maçlar oynamış. Bunu Moskova ve Leningrad’daki maçlar takip etmiş. “Rusya seyahatimiz enteresandır. Tiflis’ten sonra uçakla Moskova’ya gittik. Orada yenildik. Ardından Leningrad’a gittik, en iyi takımlarından biriydi. Ne oldu bize bilemiyorum, fişek gibi oynayıp kazandık hiç beklenmedik şekilde.”


Türk basketbolunun müstesna isimlerinden Turhan Tezol hakkında da güzel anılara sahip Üner Erimer: “Turhan Tezol birden parlardı, kafası attı mı kimseyi görmezdi. Bir Galatasaray-Modaspor maçında, ön sırada oturan Galatasaray seyircileri ‘Deli Turhan!’ diye bağırmaya başlayınca tribünlere tırmandı. Bunlar eski zamanın enteresan tarafları, böyle şeyler şimdi nerede olacak? Fakat Deli Turhan’ın öyle vasıfları vardı ki. Onun dripling tarzı kimsede yoktu, vırrr diye tek elle sağ sol, sağ sol. Topu önünde sürerdi, alabilirsen al. Fişek gibi, kuvvetli de bir vücut. Karşıdaki müdafaa adamı da bilemiyor nereye gideceğini. Turhan tank gibi adama doğru saldırıyor, sonra geçip gidiyor.” Bunları anlattıktan sonra sözlerini gülerek tamamlıyor: “Dünya ordu takımları şampiyonası oldu İstanbul’da. Amerikan takımının antrenörü talip olmuş Turhan’a, ama basketbolcu olarak değil, rugby oyuncusu olarak!”

Üner Erimer, Galatasaray A takımında 1953’te başlayan kariyerine, yedek subaylığı sırasında bir senelik bir ara vermek zorunda kalmış ve 1961-62 sezonunda oynayamamış. Bu konuda şunları söylüyor: “Yedek subaydayken oynayamadım. Askerliğimi Anadolukavağı Deniz Hastanesinde yaptım ama vallahi kurayla yaptım. Ufak bir hastaneydi. Binbaşı başka yere tayin olmuştu. Başka sorumlu olmadığı için basketbol oynama imkânım olmadı.” Askerlik hizmeti bittikten sonra 1962-63 sezonunda takımında hem antrenör hem oyuncu olarak görev yapmış ve basketbolculuk kariyerini parlak bir başarıyla noktalamış. Bunun ayrıntılarına girmeden önce Üner Erimer’in Galatasaray formasıyla yaşadığı başarılara bakalım. A takımına yükseldiği ilk sezonda, yani 1953-54’te İstanbul Ligi şampiyonluğu ardından, 1954-55’te kupanın ikiye bölünüp Modaspor’la paylaşıldığı Türkiye şampiyonluğu sevincini yaşamış. Bunların ardından 1955-56’da Türkiye şampiyonluğu, 1957-58’de İstanbul şampiyonluğu, 1959-60’ta Türkiye şampiyonluğu, 1960-61’de İstanbul şampiyonluğu gelmiş.

Üner Erimer’in askerden döndükten sonra son kez forma giydiği 1962-63 sezonunda Galatasaray, İstanbul Ligi’ni o güne dek gördüğü en kötü derece olan beşincilikle bitirmiş. Türkiye Şampiyonası’na katılacak kulüpleri belirlemek için lig şampiyonu dışındaki takımlar arasında oynanan Federasyon Kupası’na o yıl ilk kez İstanbul’dan dört takımın katılması kararlaştırılınca, Galatasaray son sıradan bu hakkı elde etmiş. “1962-63 senesinde Galatasaray İstanbul beşincisi olmuştu. Türkiye Şampiyonası’na iştirak edebilmesi için relegasyon maçları yapması lazımdı. Biz bu maçları yaptık ve girme hakkını kazandık. Ali Uras antrenörümüzdü fakat çok işi vardı. Bedeni faaliyet gösterecek hali yoktu. Operatör, sürekli ameliyat, ameliyat. Bu durum olunca, bizim takım da beşinci durumda iştirak hakkını kazanınca, Yalçın Granit de İTÜ’yü çalıştırıp şampiyonluk iddiası olunca, biz eski Galatasaraylılar heyecana geldik. Etraftan duyuyorduk, bizim takıma ‘Alkolspor’ diyorlardı. ‘Gece kulüplerinde içen adamlar, onlardan hayır gelmez,’ diyorlardı. Bu durum acı geldi bize. Ben, Özer, Tunç, Hüseyin Kozluca, Ali Kazaz, Şengün, takımın tecrübeli isimleriydik. Biz Şengün’le iki guard olarak çok oynadık. O zamanın en mükemmel fundamentali olan oyunculardan biriydi.”

Bu arada Ali Uras, işinin yoğunluğundan ötürü takımla yeterince ilgilenemeyince antrenörlüğü de üstlenen Üner Erimer, bu süreci şöyle anlatıyor: “Türkiye Şampiyonası’na hazırlanıyoruz. Ali abi de ameliyat üstüne ameliyat yapıp yorgun argın geliyor. Çayını içip antrenör olarak bir şeyler söylüyor. Ben de antrenmanı bıraktım, ‘Ali abi, oradan çay içerek söyledin mi, bu takımdan bir şey olmaz. Eğer bir şey söyleyeceksen başımızın üstüne, gel aşağı in, göster lütfen,’ dedim. Kızdı tabii ama yapacak bir şey yok.Takım arkadaşlarımın ne yapıp yapamayacaklarını biliyorum. Bunun üzerine psikolojik bir çalışma yaptım. ‘Alkolspor gösterecek kendini,’ dedim. Kendimize Alkolspor dedik. Bir antrenman, bir antrenman daha. Velhasıl biz bunu izzeti nefis meselesi yaptık. McGregor’un bize verdiği basketbol bilgisi ve taktikleri, oyunlarıyla hazırladık kendimizi. Türkiye Şampiyonası ilk devre İzmir’de, ikincisi Spor Sergi’de yapıldı. İlk maçımız Harbiye’yle. O maçı üç-dört sayıyla kaybettik. Ondan sonra seri halinde bütün maçları kazandık. Sonra Sergi Sarayı’nda hepsini yendik. Şampiyon olmamız büyük hadise oldu çünkü kimse beklemiyordu. Yalçın muazzam içerledi. Ribaunt oluyor, kenardan şevk vermek için, ‘Top bizim! Top bizim!’ diye bağırıyor. Istaka Hüseyin gelip bir vuruyor içeri, Yalçın çıktı gitti. Biraz kendine gelip yine geldi kenara.”

Tıbbiyede okurken basketbol oynamanın zor olup olmadığını sorduğumuzda, “Olmaz olur mu, hayatım üniversiteyle kulüp arasında geçiyordu,” diye cevap veriyor Üner Erimer. Ardından kendisi gibi tıp okurken basketbol sevgisi uğruna son sınıfta eğitimini bırakan Cavit Altunay’ı anlatıyor. “Cavit iki üç sömestr aşağıdaydı. Onun basketbola olan yatkınlığını gördüm, heyecanla seyrediyor filan, benimle konuşuyor. ‘Cavit yıldız takımımızın antrenörü yok, gel sen çalıştır,’ dedim. Geldi ve öyle bir antrenörlüğe başladı ki, nesi var nesi yok bütün gücüyle sürdürdü. Tıbbiyeyi bıraktı ve antrenör oldu. Çok iyi bir yetiştirici antrenördü. Onun için şampiyon olmak mühim değildi. İki oyuncu yetiştirdi, ikisi de A Milli Takımda oynadılar. Bizim şampiyon olduğumuz sene de ilk defa oynadıkları halde şampiyonluğumuzda büyük katkıları oldu. Bir tanesi Varujan, diğeri Nur Danişmend’di. Fakat bir yandan da Cavit’e basketbol sevgisini aşıladığım için üzüldüm çünkü tıp tahsilini yarıda bıraktı.”

Üner Erimer basketbol kariyerini, spor kamuoyunun beklemediği bir şampiyonlukla noktalayıp kendini tamamen mesleğine vermiş. Önce Şişli Terakki Lisesi’nde, sonra Galatasaray’da yolları kesişen Savan Zorlu onun için şunları söylüyor: “Gerek sporculuğuyla gerek efendiliğiyle Türk sporunda örnek alınacak kişilerden biriydi. Tanıdığım en centilmen insanlardan biriydi Üner abi. Basketbolculuk vasıflarına gelince, çok iyi müdafaa yapardı ama hücumu da iyiydi. İyi cemşat atardı. İyi bir atletti. Ne yazık ki, spor hayatı kısa sürdü çünkü doktor olmayı tercih etti.” 1962-63 sezonu kadrosundaki oyunculardan Varujan Yakupoğlu da şunları söylüyor: “Üner abi benim üzerimde büyük iz bırakan bir insandır. Gerek sporculuğu, gerek efendiliği ve kibarlığıyla mükemmel bir insandır.”

Antrenörlüğe devam etmeyi neden düşünmediğini şöyle açıklıyor Üner Erimer: “Basketbolu bıraktığım zaman antrenör olarak devam etmem için kulüpten çok ısrar ettiler. Fakat ben başıma gelecekleri bildiğim için kabul etmedim. Antrenörün geleceği tamamen başarıya endekslidir. İki sene başarıyla götürürsün, ondan sonra ilk başarısız neticede işine son verirler.” Şampiyonluk sonrası kendini tamamen mesleğine veren Erimer, cerrahi kliniğinde yedi ay çalıştıktan sonra kadro açılmaması nedeniyle Almanya’ya gidişini ve orada yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Babam dahiliyeciydi ve teorisi kuvvetliydi. Benim pratik çalışmam daha kuvvetli olduğu için ben cerrahi ve ortopediyi seçtim. Fakültede kadro yoktu ve açılacağı da yoktu. Cerrahi çok sevdiğim bir branştı, Almanya’da da çok istek vardı. Bir arkadaşımız Almanya’yla devamlı irtibat halindeydi. Birçok arkadaşımıza teklif geldi oradan. Türkiye’de kalmak isterdim. Hususi hayatıma negatif tesir etti, ona rağmen gitmek mecburiyetinde kaldım. İkinci eşim Almandı, o da kadın doğum mütehassısıydı. Evvela ufak bir hastanede başladım, sonra başka bir hastaneye geçtim. Üniversite kliniğiyle beraber çalışan gayet ileri bir cerrahi servisi vardı. Orada ilerlettim ama esas benim yedi ay Cerrahpaşa’daki yaptığım asistanlık ameliyat görgüsü bana çok yardım etti. Sonra çok kitap okuyarak, lisanı ilerleterek, kendi başıma ameliyatları yapa yapa baş asistan olarak bir hastaneye gittim. Orada yedi sene baş asistan olarak çalıştım. Beni şef yapmak istediler. Gelgelelim Türk tabiiyetinde şef yapmıyorlar. Alman tabiiyetine geçme isteğim pek yoktu. Ailece geçmeniz lazım dediler. Çalışma müsaadem güçlükle uzatılmaya başlandı. Başka bir ihtisas yapmazsan geri dönmen lazım dediler. Çok sevdiğim cerrahiyi mecburen bıraktım, ortopedi ihtisası yaptım. En sonunda muayenehanemi satıp, bıraktım. Bu arada 70 küsur yaşıma kadar basketbol oynadım.”


Son olarak o zamanki basketbolcuların maddi imkânlarını sorduğumuzda, “Amatörce bir hayat,” diye cevap veriyor Üner Erimer. “Ben oyuncu ve takım kaptanı olarak, son senemde antrenör oyuncu olarak Türkiye Şampiyonu olduğumuz zaman bıraktığımda, 750 lira maaş alıyordum. Aynı zamanda genç takım antrenörlüğü yapıyordum. Dışarıdan gelen oyunculara yatma imkânları veriliyordu, belki cep harçlığı da veriliyordu, ben onları bilmem. O zamanlar büyük paralar yoktu ama nihayet bu insan yiyecek, içecek, bir yerde kalacak, bunlar temin edilirdi. Yarı profesyonellik diyelim, bugünkü profesyonellikle mukayese edilecek olursa. Basketbol o zamanlar ne kadar mütevazıydı ama zevki çoktu.” Türk basketbolunun geçirdiği evrimi belki de şu sözleri özetliyor: “Bir gün Hasnun Galip Sokakta kulüp binasına girdim. Burada artık basketbol oynanmıyor dediler. Salonda kız voleybol takımı çalışıyordu.”
