Spora basketbolla başlamış, ancak ülkemize özgü bazı gelişmeler sonucu birkaç yıl içinde kendini atletizm pistlerinde bulmuştu. Atletizme başlayalı henüz iki ay olmuşken, 15 yıldır kırılamayan Türkiye rekorunu büyük bir farkla kırması dikkatleri bir anda üzerine çevirdi. Aşağıda ilginç anılarını okuyacağınız Orhan Aydın, spora önem verilen bir ülkede yaşamış olsaydı belki olimpiyatlarda kürsüye çıkar, en azından finalde koşabilirdi. Oysa futbol dışındaki hemen her branşın adet yerini bulsun diye yapıldığı bir ülkede yaşıyordu. Rakiplerden daha çetin olan zor şartlarla mücadele etmeyi fazla sürdürememiş ve sporu en verimli olacağı yaşta bırakıp kendini tamamen mesleğine vermişti. Orhan Aydın’ın bu ilginç spor yaşamını Fenerbahçe yıldız basketbol takımından itibaren dinlemeye başlıyoruz:

“1946’da babamın görev yaptığı Zonguldak’ta doğdum. Aslen Üsküdarlıyız. Anne tarafı altı-yedi göbek İstanbul Kocamustafapaşalıdır. Ben Beylerbeyi’nde büyüdüm. Baba tarafı Aydın Kuyucaklı. Ailenin ismi Müderrisoğlu, fakat soyadı kanunu çıkınca Osmanlı’yı hatırlatan isimlerin verilmemesi için nüfus müdürlerine talimat verilmiş. Onun üzerine Aydın soyadını almışlar. Biz Emin Özer ile Alman Lisesi’nde beraber okuyorduk. O birkaç ay önce Fenerbahçe yıldız takımına girmiş. Bana sen de gel dedi. Biz Üsküdar Kısıklı’da oturuyorduk. İkimiz de Fenerli değildik ama Fener’in sporcusu olduk. O Galatasaray’ı, ben Beşiktaş’ı tutardık. Bizden önceki kuşaktan Can Bartu vardı. Futboldan sıkılınca akşam üzeri gelir bizimle antrenman yapardı. Antrenörümüz Önder Dai’ydi. 60’larda basketbolcuları yetiştiren iki antrenör vardı: Önder Dai ve Cavit Altunay. 1960-61’de yıldız takımda başladık. 1962-63’te Güray Aydın, ben, Emin genç takıma geçtik. Genç takımda ilk beşte benle birlikte Güray, Emin, Ömer Kavur ve Vasil vardı. Bu beş bazen değişirdi. Mehmet Erbudak oynardı. Şimdi İsviçre’de fizik profesörü.”

Lise eğitimine Alman Lisesi’nde başlayan Orhan Aydın, iki sene sonra Haydarpaşa Lisesi’ne geçmişti. Burada katıldığı atletizm yarışması, muhtemelen onun daha sonra atletizme yönlendirilmesinde etkili olmuştu: “Ben son sene basketbol yüzünden Alman Lisesi’nden Haydarpaşa Lisesi’ne geçtim. Haydarpaşa o zaman İstanbul şampiyonu olmuştu. Okullararası kapalı salon yarışları var dediler. Binanın çatı katı çok uzundu, orada salon yarışları yapılırdı. Kapalı salonda koşarak uzun atlanmıyordu, durarak tek adım atlanıyordu. Ben 3 metreye yakın atladım, Türkiye rekoruymuş. Rekor kırınca şaşırdılar çünkü ben basketbolcuyum. Müdür yardımcısı Zeki bey vardı. Sanıyorum Zeki bey Fenerbahçe kulübüne haber verdi bunu.”

Fenerbahçe genç takımının üç oyuncusu – Orhan Aydın, Emin Özer ve Güray Aydın, 1964-65 sezonunda A takımının kadrosuna alındılar. Genç takımın oyuncularından Ömer Kavur ise bilindiği gibi, seksenli yıllarda ünlü bir film yönetmeni oldu. Orhan Aydın o yılların basketbol ortamı için şöyle konuşuyor: “O zamanın iki özelliği vardı. Birincisi yabancı oyuncu yoktu. İkincisi transfer yoktu, her takım kendi gençlerini yetiştirirdi. Transfer çok nadir olurdu. Bir oyuncu 10-15 bin liraya takım değiştirirdi. Takım arkadaşları da ona küserdi, ayıp bir şey yapmış gibi. O nedenle yıldız ve genç takım antrenörleri önemliydi. A takımın koçu Samim Göreç’ti. O A takıma gençlerden kimi alayım diye Önder abiye sorardı. A takıma geçemeyenlerin sporculuk hayatı biterdi. Zaten o zamanlar basketbol öğrenciler için bir yan uğraş gibiydi. Henüz Türkiye Ligi yoktu. İstanbul şampiyonu olan Türkiye şampiyonu sayılırdı.”

Orhan Aydın ve arkadaşlarının A takımına alındıkları 1964-65 sezonu, Fenerbahçe için çok başarılı geçti. Sarı-lacivertliler önce İstanbul Ligi’ni tek mağlubiyetle şampiyon bitirdiler. Ardından altı takımın çift devreli lig usulüyle karşılaştığı Türkiye Birinciliği’nde namağlup şampiyonluğu kazandılar. Orhan Aydın’ın anlattıkları, bu başarılara rağmen bütün maddi imkanların futbola aktarıldığını ortaya koyuyor: “Ben Fenerbahçe’nin namağlup Türkiye şampiyonu olduğu 1965 yılında A takımda oynadım. Biz şampiyon olunca yüzük verdiler, Fenerbahçe yüzüğü. Onu da sonra çaldı birisi! Yol paralarını bile cebimizden öderdik. Bildiğim kadarıyla A takımda iki sporcuya ayda 1000 lira verilirdi, onlar da üniversitede okuduğu için bir nevi okul yardımı gibi. Erdal abi diş hekimliğinde okurdu, bir oyuncu daha alırdı galiba. Bize yılda bir kere eşofman, forma, şort verilirdi. Dağıtılan ayakkabılar da kötüydü. Biz kendi cebimizden Keds alırdık. Yüksekkaldırım’da spor mağazaları vardı, oradan alırdık. Basketbolda durum böyleydi, ama atletizmde durum daha feciydi 1964-65 senelerinde. Basketbolun antrenörü vardı, bilinirdi, yüksek düzeyde oynanırdı, dünyaya açıktı. Atletizmse dökülüyordu.”

Orhan Aydın Fenerbahçe genç takımında oynarken milli takıma çağırılmasına rağmen okulu ön planda tutunca fazla milli olma şansını kaçırmış: “İki yıl üst üste genç milli takım kadrosuna seçildim fakat imtihan mı vardı neydi, turnuvaya katılamadım. Antrenörümüz Yalçın Granit’ti. Hüseyin Alp’i yeni bulmuşlardı. Bizim milli takım kampına geldi. Ona top tutmasını şunu, bunu öğretin dedi. 54-55 numara ayağı vardı. Özel ayakkabı, özel eşofman buldular. Yeşilköy’de açık hava sahasında bir hazırlık maçı oynadık. Oynadığım tek milli maç odur.”

Cezmi Or Yarışları, İstanbul 1965. Fotoğrafın altına “İlk deparım” diye not düşülmüş.
1965 yazında basketboldan atletizme geçen Orhan Aydın, Haydarpaşa Lisesi’ndeki salon yarışında rekor kırmasının bunda rol oynadığını, “Öyle olunca adımız uzun atlamacıya çıktı, beni Türkiye Şampiyonası’nda yarıştırmak istemelerinin sebebi o,” diye açıklayarak devam ediyor: “Fenerbahçeli idareciler basketboldan atletizme geçmemi istediler, Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti yüzünden. Daha doğrusu şöyleymiş, ben sonradan öğrendim. Kulvarlar futbol sahalarının kenarındaydı o zaman. Pistler altı kulvarlıydı. Puan sistemi de 6-5-4 diye giderdi, yani birinci olan 6 puan alırdı. Bir takım Türkiye Şampiyonası’na ne kadar kalabalık giderse, sonuncu olsa bile 1 puan alacak diye hesaplanırdı. Fenerbahçe atletizm takımı normalde 20 kişiyse 30 kişiyle gitmeye çalışılırdı. Sebebi Galatasaray’dan fazla puan almak! Onun için diğer şubelerden takviye sporcu isterdi atletizm şubesi. Bizim koç Samim Göreç’e de söylemişler, o da beni önermiş. İddialı değildik hiçbir konuda. Esas olan okuldu, dersti bizim için. Tamam dedik. Taksim’de Beden Terbiyesi’nin bir yeri vardı, gidip muayene olduk. Lisansa basketbol yerine atletizm yazdırıp şube değiştirdik.”

“Böylece atletizm takımına girdim ama ne yapacağımı bilmiyorum. Uzun mu atlayacağım, gülle mi atacağım, koşacağım mı belli değil. Kimsenin bir şey bildiği yok. Ben o güne dek atletizm müsabakası seyretmiş değilim, kuralları da bilmiyorum. Hep basketbol oynamışım o güne dek. Ankara’da Türkiye Şampiyonası’na gittik. İlk gün sen bir seyret dediler. Ben de oturdum tribüne, atletizm yarışı nedir o gün gördüm ilk defa. Deparda biri önden çıkıyor, birisi arkadan çıkıyor, baştan tuhaf geldi. Sonra anladım ki, daire genişleyince önden çıkıyor adam. Basketbolda iyi zıplardım, Samim Göreç bunu yöneticilere söylemiş. Bana, ‘Sen uzun atla’ dediler. O zaman Ahsen diye bir sporcu vardı uzun atlamacı. ‘Belim sakat, ben atlayamayacağım’ demiş. Ben ertesi günkü uzun atlama yarışını bekliyorum. Fakat o zamanlar 9 lira mı, 10 lira mı ne harcırah veriliyordu. Ahsen onu alamayacağım diye korkmuş, yarışa çıktı! Milli takımın da birinci adamı o zaman. O atlayacağım deyince ben kenara geçtim bekliyorum. 400 metre yarışı başlamak üzereyken bizim sporcunun lifi kopmuş. Birisi gelip bana, ‘Sen 400 koş’ dedi. Bana ‘buradan başlayacaksın, burada döneceksin, burada bitecek’ diye tarif ettiler. Öyle başladık yani, uzun atlayacakken 400 metre yarışına girdim. Fakat o yarışı koşarken ilk 200 metrede Türkiye rekorunu kırmışım! O zaman rekor 22 saniyeymiş, ben 21,8 koşmuşum. Onun üzerine herkes ‘kim bu adam, nereden çıktı?’ diye sormuş. Federasyon Başkanı Naili Moran seyrediyormuş, ben tabii tanımıyorum o zaman. 1960 darbesinden sonra başbakanlık yapan Suat Hayri Ürgüplü, aynı zamanda eski atletmiş; o da tribündeymiş. Benim koşmam o gün olay oldu. Yarıştan sonra Federasyon Başkanı beni çağırdı. ‘400 metre sana uzun gelir, sen 200 koş’ dedi.”

“400 metrenin ne kadar zor bir branş olduğunu bilmiyordum o zaman. Sonradan tabirleri öğrendik. Ben o gün dörtte dört hızla ya da güçle koşmuşum. Normalde 400 metre sprinterler için ağır bir mesafe olduğundan 400’cüler bir rezerv bırakır, sonda kalmamak için baştan biraz kontrollü koşarlar. Bende o kontrol yoktu, olmayınca ilk 200’de 1950’den beri kırılmayan rekoru kırmışım. O ilk yarışta 300 metreyi de döndüğümü hatırlıyorum, sonra 15-20 metre daha koştum. Ondan sonra koşamadım, ayaklar durdu. Normalde düşüp bayılırsın orada ama basketbolculuktan gelen bir sporcu ruhu var, vücut bırakmadı. Son 70 metreyi yürüdüğüm halde ikinci oldum. Birinci Mehmet Geşaş, sonradan tanıştık. O da milli takımın birinci 400 metrecisiymiş, hayatının en iyi derecesini koşmuş! 49 küsur hiç koşmamış o güne dek. Bilinmeyen bir adam geçince, o telaşla hızlanmış ve ben yürüyünce tabii beni geçti. Yine de bir iki metre geçebildi beni. Benim derecem 50,4’tü.”

Orhan Aydın ikinci geldiği o yarışa dek kendisinin de farkında olmadığı sürat koşularına yatkınlığını şöyle açıklıyor: “Doğuştan gelen bir süratim varmış. Sonradan sprinter olunmuyor. Ya süratlisin ya değilsin. Çalışmayla güç kazanabilirsin ama sürat kazanamassın. Mukavemet farklı. Sprinter isen 100 metreyi koşarken belli bir zaman diliminde belli bir frekansta adımlarını atabilmen lazım. Biraz merkez sinir sistemi yapısıyla ilgili bir şeymiş, sonradan öğrendim.”

“Ben 100-200 rekoru kırınca Ankara’da milli takım kampına aldılar. Beni İsmail Akçay’ı çalıştıran maraton antrenörüne verdiler. Bana ‘40 tur koş, ısın’ dedi! Bir sprinteri 40 tur koşturursan ölür adam! O gün A milli takıma seçip kampa aldılar. Bulgaristan’la ikili yarış vardı, oraya yolladılar beni. İlk 100 metre yarışımda gençler rekorunu kırdım. 11,6 veya 11,7 idi. Sonra döndük, Kahire’ye gittik. Orada da 21,8 koşup 15 yıllık 200 metre rekorunu kırdım. Daha önce 1950’de Fenerbahçeli Doğan Acarbay 22,1 ile kırmış.” Aradan uzun yıllar geçtiği için Orhan Aydın bazı derecelerini yanlış hatırlıyordu ama o günlerin gazete sayfalarından kırdığı rekorların izini sürebiliyoruz. Zonguldak’ta Yugoslavya ile yapılan ikili müsabakalarda 100 metrede 11 saniyenin üstünde değil, 10,8 ile gençler Türkiye rekorunu kırmıştı.

Bu yarıştan yaklaşık 10 gün sonra Kahire’de, o zamanki adıyla Birleşik Arap Cumhuriyeti’yle yapılan ikili müsabakalarda, 100 ve 200 metrede yarıştı. İlk gün 100 metrede üçüncü gelirken, ertesi gün 200 metrede çok başarılı bir yarış çıkarmış ve birinciliği kazanırken Türkiye rekorunu da 21.8 ile kırmıştı. Ülkemizin önde gelen atletizm otoritesi Neriman Tekil, müsabakalardan sonra Atletin Sesi dergisinde onun için şu satırları yazıyordu: “Orhan Aydın bazı tesadüflerle pistlerimize bir armağan olarak çıkagelmiştir. Dünyanın bütün atletizm nazariyelerini iki ay gibi kısa bir zaman içinde alt üst eden Orhan Aydın, 1950 senesinde Doğan Acarbay ve Oktay Karakulak, 1952 senesinde tekrar Oktay Karakulak, 1960 senesinde Ferruh Uygur, 1963 senesinde Gürkan Çevik tarafından yapılan ve egale edilen dörtlü 200 metre Türkiye rekorunu 22,1 saniyeden birdenbire 21,8 saniyeye indirerek senelerden beri kırılamayan bu rekorun şahikasına erişmiş ve böylece kendisinin bir atlet değil, ancak bir harika atlet olduğunu göstermiştir.”


Orhan Aydın 1966 yazında Ankara’da Birleşik Arap Cumhuriyeti ile yapılan ikili müsabakalarda 4×100 bayrak yarışında son atlet olarak koşmuş ve takımımız bu yarışta 41,7 ile Türkiye rekoru kırmıştı. Ardından Bursa’da Türkiye, Bulgaristan ve B.A.C. genç takımları arasında düzenlenen yarışlarda 100 metrede birinciliği kazandı. Kısacası her şey yolunda gidiyor, genç yıldız Türk atletizmine yeni rekorlar kazandıracak gibi görünüyordu. Ancak ertesi sezon başında Erzurum’da yapılan üçlü müsabakalar için Milli Takıma davet edildiği halde, sınavları yüzünden yarışlara katılamamıştı. Bunun üzerine Federasyon onu Macaristan’da yapılan Avrupa Şampiyonası’na ve Sovyetler Birliği’nde yapılan Avrupa Gençler Şampiyonası’na götürmedi. Yugoslavya’da yapılacak Balkan Şampiyonası için de açıklanan kadroda yer aldığı halde, sonradan çıkarılmış ve yerine derecesi daha düşük olan sporcular alınmıştı.

Buna ilaveten basketbol oynadığı yıllardan kalma bir sakatlığı nüksedince, atletizme uzun bir ara veren Orhan Aydın, sakatlandığı olayı şöyle anlatıyor: “Basketboldan sakat gelmiştim, menisküsüm vardı. Galatasaray’la yaptığımız maçta sakatlanmıştım. Bir fast-break oldu, biz hücum ediyorduk. Top geri geldi. Şengün Kaplanoğlu kaptı. Bizim dört kişi ilerde kalınca ben geri koşmaya başladım. Şengün çok iyi dripling yapardı. Tabii o düz koşuyor, ben geri geri koşuyorum. Çaprazdan benim arkama doğru koşan oyuncuya pas çıkardı. Ben de onu keseyim derken ayaklarımı yerden kıpırdatmadan dizden dönmüşüm. O zaman menisküs kıkırdağı yerinden çıkmış. Sonra herhalde tekrar yerine girdi. O yaz öyle geçti, sonbaharda yarışları koştum. Fakat bu sefer ilkbaharda arabadan inerken bir ters hareketle dizim kilitli kaldı. Bütün sakatlar o zaman Yorgo Tagar’a giderdi. O da beni doktor Ali Uras’a yolladı. Ben ilk muayeneye gittiğimde kapısında doçent yazıyordu. Ameliyat olduktan sonra profesör yazıyordu. Demek o arada profesör olmuştu. O tarihte Türkiye’de menisküs ameliyatı yapılmıyordu. Ben bu ameliyatı olan ikinci kişiydim. O yüzden Ali Uras da biraz deneyimsizdi. Ameliyattan sonra atletizme mola verdim, bir-iki sene yapmadım.”

“Ameliyattan sonra Almanya’ya, Braunschweig şehrine okumaya gittim. Tahıl teknolojisi okudum. Iki senelik bir meslek yüksek okuluydu. Döndüğümde atletizme tekrar başlarsan askerde rahat edersin dediler. Fenerbahçeliler tekrar buldular beni. Çamlıca’da, Kısıklı’da çayırlarda 10-15 gün koştum. Vücudum biraz toparlandı. Milli takım seçmesine soktular, 100 ve 200’ü kazandım. Tekrar milli takıma girdim ama o arada askerlik geldi. Deniz askeri olarak İskenderun’a gittim. Eşim Alman’dı. O zaman yabancıyla evliler subay olamıyordu. Er olarak gittim. Antrenörüm Doğan Acarbay zaten deniz subayıydı. ‘Er olarak git, daha iyi. İstediğimiz yere tayin ettiririz. Yedek subay olursan kura çekersin,’ dedi. İskenderun’da er eğitim merkezinde üç ay kaldım. Beşiktaşlı Sanlı da oradaydı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bir telgraf gelmiş. Benim atletizm milli takımına seçildiğim için erken yemin ettirilmem gerektiği yazıyor. Adana’dan uçakla Ankara’ya gidip hava alanında milli takıma dahil oldum. Oradan Prag’a uçtuk. Döndük bu sefer Dünya Ordulararası Atletizm Şampiyonası için seçmeler var dediler. Katılmak için baraj derecesini geçmen lazım. 100 metreye 10,5 koymuşlar, o zaman Türkiye rekoru. Ben o yarışta 10,5 koştum.”

1969’da 100 metre rekorunu 10,5 ile egale ettiği yarışın birincilik kürsüsünde.
“Ondan sonra ilk defa hayatımda ciddi olarak sekiz-dokuz ay antrenman yaptım. Almanya’dan kitaplar getirmiştim. Milli takım seçmeleri İzmir’de olacaktı. O zaman Mehmet Terzi atletizme yeni başlamıştı. Eskişehir’den birlikte gittik. Federasyon seçmelerde 200 metre koşmamı istedi. Orada 21,8 koştum. Tam giyiniyorum 15 dakika geçmiş, bir anons; aynı seriler 200 metreyi bir daha koşacak diye. ‘Niye tekrar koşturuyorsunuz herkesi?’ diye sordum. ‘Atletizm ajanı öyle istedi,’ dediler. Onu bulduk. ‘İkinci olan adamı 20 metre geçtim, bir daha niye koşayım aynı adamla?’ diye sordum. Israr etti, bir daha koşacaksınız diye. Tekrar yarıştık, ben yine 21,8 koştum. Arkamdaki yine 20-30 metre geriden geldi. Niye böyle yaptılar, bilemedik. Ortalık yine gerildi. İzmir atletizm ajanı yanıma geldi. Ben 15 dakika arayla iki defa aynı dereceyi koşunca, ‘Sen bir de 400 koş’ dedi. ‘Ben 100 antrenmanı yaptım, 400 yapmadım,’ dedim. ‘Yok sen milli takımda 400 koş,’ diye tutturdu. ‘Mecbur muyum?’ diye sordum. Mecbursun dedi. Yani beni milli takıma seçecek ama 400 metreye koyacak. ‘Ben spor yapmak mecburiyetinde miyim?’ diye sordum bu kez. ‘Yoo’, dedi. ‘Öyleyse bıraktım,’ dedim sporu! Niye üst üste 15 dakika arayla koşturdu, niye birinci gelenin branşını değiştirmek istedi, kimse bir mana veremedi. Spor hayatımı öylece noktaladım, bir daha da yapmadım.”

Böylece Orhan Aydın’ın spor hayatı en verimli çağında, erkenden bitivermişti. Spor yaptığı yıllarda eline geçen büyük bir fırsatı, babasının razı olmaması yüzünden kaçırmasını da şöyle anlatıyor: “Ruhi Sarıalp beni takip ediyormuş. ABD’de bir tablo varmış herkes için geçerli; spora ne zaman başladığı, ilk dereceleri. Sarıalp benim derecelerimi tabloya işleyip Güney Kaliforniya Üniversitesi’ne yollamış. O derecelere göre bana burs hakkı doğmuş. Dünyanın bütün önde gelen sprinterleri Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden çıkmış. Ruhi Sarıalp ile hoca olduğu Yüksek Denizcilik Okulu’nda buluştuk. Robert Kolej’den bir Amerikalı profesör de geldi. Senede 25 bin dolar burs kazandığımı söylediler. Bir branş seçip üniversitede okuyabiliyorum, tek şart okulda atletizm yapacağım. Tamam dedim ama babam karşı çıktı, yollamadı. Abim yurtdışına okumak için gitmiş ve dönmemişti. Babam benim de dönmeyeceğimi düşünmüş. Oraya gitseydim 10,5’in altına tabii ki düşerdim. O tarihlerde 10 net, 10,1 koşanlar sayılı sporculardı. Belki öyle bir spor kariyerim olabilirdi.”

Orhan Aydın, atletizm yaptığı yıllarda, Fenerbahçe Stadı’nda başından geçen ilginç bir olayı şöyle anlatıyor: “Papazın Çayırında pistin altı tuğla döşeliydi. Depar çalışmak için takoz yerleştireceğiz. Bunun için çiviyi çakardık, alttan tuğlalar çıkardı. Üsktüne kırmızı toprak atmışlar. Tek taraflı bir tribün vardı, ahşaptan yapmışlar basamak gibi. O basamakların altında soyunma odaları vardı. Futbolcular o zaman koşu idmanı yapmazdı. Ben pistte antrenman yapıyordum. Futbol takımı da ortada çalışıyordu. Oscar Hold isimli bir İngiliz antrenör gelmişti. Ben koşarken dikkatimi çekti, yanındakine ‘Bu kim?’ diye sordu Hold. Futbolculara koşu idmanı yaptırmak istiyor ama kim koşturacak? Birisi yanıma geldi. ‘Oscar Hold senin futbolcuların önünde koşup tempoyu ayarlamanı istiyor, bir kaç tur,’ dedi. Futbolcular hiç koşmadığı için hep top idmanı istiyorlar. Ben peki dedim. Birinci turu attık ama duyuyorum, arkamda ayak sesi azaldı, kaçıyorlar! Tribünlerin ortasında soyunma odasına giden bir kapı vardı. Bir tur atıyoruz, iki üç kişi kaçıyor. Bir tur daha atıyoruz, yine birkaç kişi kaçıyor. Arkamı bir döndüm, 10 kişi kalmış! Sonradan bana dediler ki, Türkiye’de ilk defa bir futbol takımı koşu idmanı yaptı.”

Türk atletizminin o yıllardaki durumunu sorduğumuzda bir dokun bin ah işit dercesine konuşuyor Orhan Aydın: “Federasyon yetkililerine bir yarıştan sonra, ‘Birinciyi, ikinciyi bırakın, bu koşullarda atletizm yapan herkese madalya verin,’ dedim. Üç-beş sene atletizm yaptığım müddetçe gördüm ki, Türkiye’de atletizm içler acısıydı. Antrenör yok, saha yok, imkan yok, yapanlar hep gariban. İstanbul’da bir tek İnönü Stadı vardı. Dolmabahçe’de antrenman yapmak cesaret işiydi çünkü Cumartesi-Pazar içeri giremezsin, futbol maçları oynanıyor. Pazartesi-Cuma arası antrenman yapılabilirdi. Stadın kapıları hafta arası açık dururdu. Önüne gelen geçer girer, tabii oradan sağlam çıkmak mümkün değil. Soyunma odasına girip paranı çalarlardı. Onun için biz yedek kulübesinde soyunurduk, antrenman yaparken gözümüz hep orada olurdu. Yanımıza sadece yol parası alırdık. Duş diye bir şey yok. O şartlarda spor yapmaya çalışıyorduk. O zamanlar tartan pist yok, toprak var. Torbada mecburen çivi ve çekiç taşırsın, takoz çakacaksın çünkü. Düzensiz, tertipsiz, sıfır organizasyon bir alandı. Dikkat edersen hep teknik olmayan dallarda başarı kazanırdık. 5 bin, 10 bin, maraton, onlarda çok fazla bir şey istemezdi. Teknik branşlarda antrenörsüz olması mümkün değildi. Antrenörsüz 110 engelci, diskçi, çekiççi, yüksek atlamacı olmaz. Sprint branşları hiç olmaz. Milli takım antrenörleri hep maratoncuydu.”

Orhan Aydın, koşu sürelerinin el kronometresiyle tutulduğu bir dönemde atletizme başlamış, faal sporculuğunun son yılında elektronik kronometre büyük bir yenilik olarak hayata geçmişti. Başlangıçta rekorların listesinin el kronometresi ve elektronik kronometre diye ikiye ayrıldığını belirten Aydın, eski ve yeni uygulamayla ilgili ayrıntıları şöyle anlatıyor: “El kronometresinin atlet için bir aleyhte ve bir leyhte durumu vardı. Biz koşarken 100, 200 ve 400’te birinciye üç kişi kronometre tutardı. İkinciye iki kişi, üçüncüye bir kişi tutardı. Hakemler bitiş çizgisi yanında, basamaklı bir yerde otururdu. Kural şuydu: ortalaması alınmazdı, en kötüsü derece olarak ilan edilirdi. El kronometresi olduğu için virgülden sonra tek hane ölçülürdü, örneğin 10,1 veya 10,2 gibi. Elektronik kronometre çıkınca yüzde birler ölçülmeye başlandı. Bundan önce 100 metrede dünya rekoru uzun müddet 10 nette kalmıştı. Çıkışta tabanca hakemi tetiğe bastığı zaman bir duman çıkar, kronometre hakemi o anda kronometreye basardı. Fakat kronometre iki etaplıydı. Bir boşluğu vardı; o boşluğu almak, hazırlık yapmak lazım. Dumanı görünce kronometreye basması lazım. Bitişte göğüs çizgiyi geçtiği zaman da basması lazım. El kronometresi deparda bir avantaj sağlayabilir çünkü hakem gecikerek basabilir. Ama sonunda da aleyhine olabilir çünkü çizgiyi geçersin hemen basmaz, birkaç metre geçersin öyle basar. Birkaç yarışta ben fiilen birinciyim, gözle görüyorsun ben bir iki metre geçmişim. Ama derecelere bakıyorsun, ikincinin derecesi birinciden iyi. Şimdi tabii elektronik kabloyla pistin altından tabanca kronometreye bağlı. Artık çok sofistike bu işler. Biz dizilirdik altı kişi depara, tabanca hakemi sol köşede dururdu. Ses eşit olarak duyulmazdı. Şimdi bütün depar takozlarının arkasında mikrofon var. Tabancanın sesini herkes aynı anda duyuyor.”

“Sizin zamanınızda da doping olayları olur muydu?” diye sorduğumuzda şunları söylüyor: “Sosyalist ülkelerden gelen takımlarda olurdu. Avrupa Şampiyonası’nda iki kere rastladık. Oradan gelen atletler, ellerinde kağıt, eczaneden onları alıp gitmek isterlerdi. Aramızda ne yapıyor bunlar diye konuşurduk. Bizim milli takım sporcularının doping diye bildikleri kahve içmekti! Aramızda kahve içenlerle dalga geçerdik.”

Spor yaşamında aradığını bulamayan Orhan Aydın, bu defteri erkenden kapatarak kendisini tamamen Almanya’da eğitim gördüğü mesleğine vermiş. Uzun yıllar önce Eskişehir’e yerleşen Aydın, meslek yaşamıyla ilgili şunları söylüyor: “Mesleğimi sevmiştim, değişik branşlarında çalıştım. Eti’ye fabrika kurdum; etimek, etikek tesisinin montajını ben yapıp çalıştırdım. Un fabrikasında çalıştım. Makarna fabrikası projesini baştan sona yaptım. Yem fabrikası kurdum. Şimdi fabrikanın başında kızım duruyor. Ben daha çok teknik alanda çalışıyorum; yeni formüller araştırma, ar-ge çalışmaları, yeni teknolojiler gibi. Mesleki bütün yayınlara aboneyim. Onları Türkçeye çeviriyorum, eğitim veriyorum, kadroları yetiştiriyoruz. Mesleğimin dışında yazarlığım var. Benim ortaokuldan başlayan edebiyat merakım vardı. Eski Çınar Sokak adlı bir anlatı, Çatalkazık Yazıları diye bir deneme kitabım var bu sene çıkan. Daha önce Avludakiler diye – novella diyelim – bir kısa roman çıktı. Ondan önce İkinci Durak diye bir romanım çıktı. Daha önceleri de dergilerde denemeler ve makaleler yazdım uzun süre.”

Aşağıdaki linkten Orhan Aydın’la yapılan başka bir röportajda, özellikle onun çocukluk yıllarının İstanbul’uyla ilgili ayrıntılı gözlemlerini okuyabilirsiniz:
Orhan beyle 2004 yılında saf yem fabrikasında tanıştım 13 yıl ekmeğini yedim. Allah razı olsun çok iyi bir idareci vasfına sahip babacan tavirlariyla harika birisi eşi ve kızı içinde aynı şeyleri söyleyebilirim.
BeğenBeğen