Hayata Marsel Şalabi olarak başlamış, 100 yıla yaklaşan ömrünün yarıdan fazlasını Melih Çelebi olarak sürdürmüştü. Bu isim değişikliği sizi yanıltmasın; sonradan Türk vatandaşlığına geçen bir yabancı değildi o. Bakırköy’de doğup Yeşilköy’de yaşamış bir İstanbul beyefendisiydi. İki erkek kardeşiyle birlikte, Türk voleybol tarihine isimlerini yazdırdılar. Henüz isim ve soyadını birlikte kullanma alışkanlığının olmadığı ellili yıllarda, spor basını onlara Şalabi I, Şalabi II ve Şalabi III adını vermişti. Büyük kardeş Lui, voleybolun yanı sıra Beyoğluspor ve Fenerbahçe’de kalecilik yapmış, ortanca Marsel ile küçük kardeş Toni Beyoğluspor’da voleybol ve basketbol oynamıştı. Toni daha sonra Galatasaray’da voleybol oynamaya devam etti. Lui ve Marsel, yani Şalabi I ve Şalabi II, 1953’te Yugoslavya karşısına çıkan ilk voleybol milli takımımızda yer alarak tarihe geçtiler. Toni de daha sonra milli oldu. Lui Şalabi 2003’te vefat etti. Marsel Şalabi’yi de 2021’de kaybettik. Birkaç yıl önce onunla, Bakırköy ve Yeşilköy’de geçen renkli çocukluk ve gençlik günleri, voleybol tarihimizin ilk milli maçı, o zamanlar voleybolun nasıl oynandığına dair uzun bir sohbet yapmıştık. Bu sohbette ismini yıllar sonra Melih Çelebi olarak değiştirmek zorunda kalmasına yol açan süreci de konuşmuştuk. İsmi gibi çelebi bir kişiliğe sahip İstanbul beyefendisi Marsel Şalabi’nin hayat hikayesini çocukluk yıllarından itibaren dinlemeye başlıyoruz:

“Aslında 1924 doğumluyum ama nüfusta 1925 yazılmış. Bakırköy’de doğdum ama son 70 seneyi Yeşilköy’de geçirdim. Bakırköy Sakızağacı’nda, Taşhan Caddesi 40 numaralı evde doğdum. Baba adı Cebrail, anne adı Naime. Biz Arap asıllı Fransızız, Osman-ı Âli tebaasından. Dedeler Şam’dan, Halep’ten, Beyrut’tan geldiler. Bizim orada çok topraklarımız varmış. Orası 500 – 600 sene Osmanlı’da kaldı. Dedeler gelip İstanbul’a yerleşmişler. Babam Modalı. Aslan Nihat’la, Zeki Rıza’yla mahallede top oynamışlar küçükken. Annem Kumkapı, Azak yokuşundan. Dedemin evi, Kumkapı’dan yukarıya çıkan Tiyatro Caddesi’nde, Azak Yokuşu’ndaydı. Orada Azak Sineması ve karşısında Jandarma Dikimevi vardı. Bunu İstanbul’da artık kaç kişi bilir? Babam Kapalıçarşı’da antikacı, halıcıydı. Annemin babası Halep yağı yapardı. Tereyağı gibidir, sütten yapılır. Çok meşhurdu, Urfa yağı sıfırdır onun yanında. O yağın müşterisi Hacı Bekir, 1850’lerde. Çocukluğumda biz o yağı yerdik. Evde annem babam Arapça konuşurdu, biz Türkçe konuşurduk. Sonra hepimiz Arapça öğrendik onlardan ama yalnız konuşmasını bildik. Babam hem konuşur hem okur-yazardı. Mektebi Sultani’de okumuştu. Abim İtalyan mektebine gitti, o işine çok yaradı. Kapalıçarşı’da İtalyanlardan çok para kazandı. Şimdi gâvur kelimesi kalktı ama benim çocukluğum hep gâvur kelimesiyle geçti. Çok kavga ettim, başım çok derde girdi. Bakırköy Taş Mektep’te okudum. Tarık Akan’ın sahibi olduğu okul değil ama, benim okuduğum Yenimahalle’ye yakındı. Taş Mektep derlerdi, kırmızıdır.”
“Çocukken top oynar mıydınız?” diye sorduğumuzda, “Amma yaptın be, hangi çocuk oynamadı,” diye cevap veren Marsel Şalabi, anlatmaya devam ediyor: “Evimizin hem önünde, hem arkasında bahçe vardı. Menderes daha o yolu (sahil yolu) yapmamıştı. Arka bahçede mayomu giyerdim, hop denize. Biz yedi kişiydik evde. Babam 100 lira verirdi anneme, annem bir ay boyunca o parayla evi geçindirirdi. Çocukluğumda okul tatilleri dört aydı. Çok yaramaz olduğum için annem evde tutamazdı. Babam alıp işe götürürdü. Çorapçı yanında çalıştım. Börekçi, pastırmacı, yüncü yanında bir ay, iki ay çalıştım. İnsanlarla temas etmek, tezgâhtarlık yapmak çok büyük tecrübeydi. Tahtakale dünyanın en büyük üniversitelerinden biridir. 1936’da St. Michel Lisesi’nde spora başladım. Teneffüslerde oynamazsan ceza verilirdi. Hastayım, yorgunum gibi mazeretler kabul edilmezdi. Abim İtalyan Lisesi’nde, küçük Kadıköy St. Joseph’te okudu. Can Bartu’yla beraber okudular. Ben St. Michel’de hem voleybol, hem basketbola başladım. Öğlen tatili bir saatten fazlaydı. Çabuk çabuk yemeğimi yiyip oynamaya giderdim. Bizim mektepte Ancus diye iki kardeş vardı. Kurtuluş takımında basketbol oynadılar.”
“Abim Lui 1922 doğumluydu. Fenerbahçe’de Cihat Arman’dan sonra kalecilik yaptı. Aynı zamanda voleybolcu ve basketbolcuydu. Abim çamur içindeydi zavallı. Beşiktaş Şeref Stadı’nda maç başlardı, 10 dakika sonra çamur. Meşhur Hakkı, Voleci Şeref, Ayı Hristo, Kemal Gülçelik; zınk diye top, kaleci, o (Kemal Gülçelik) hep beraber girerdi kaleye. Toni ile benim aramda bir kız kardeşimiz vardı, öldü. Kardeşim Toni benden 10 yaş küçük. Şimdi Kanada’da yaşıyor. Geliyor altı ay Burgaz’da kalıyor. Ben askere gitmeden önce Beyoğluspor’da lisanslı sporcu oldum. Basket de oynadım ama esas ben voleybolcuydum. Kardeşim Toni voleybol oynadı. Türkiye’de en yükseğe sıçrayan iki voleybolcu vardı, biri Değer Eraybar biri de kardeşim Toni’ydi. Maç kadrolarında abim Şalabi 1, ben Şalabi 2 olarak yazılırdım. Toni’ye de Küçük Şalabi derlerdi.”

Kendi ifadesiyle ömrünün 70 yılını Yeşilköy’de geçiren Marsel Şalabi, bu semtte varlığını yetmişli yıllara kadar sürdüren ve bir zamanlar basketbol ve voleybol tarihimizde önemli bir yere sahip olan açıkhava sahası için şunları anlatıyor: “Yeşilköy’deki Halkevi çok kıymetli bir yerdi. Müzik vardı, resim vardı, bir de jimnastik branşı vardı. Hoca dedikleri bir çocuk vardı, çok meraklıydı. Çocuklara folklorik dans dersleri verdi. Onlar da İspanya’ya gidip dünya şampiyonu oldular. Yeşilköy’de CHP balosu olurdu. O baloya kim geldi bir gün biliyor musun? İsmet Paşa. Şimdi orası İstanbul Emniyet Müdürü’nün evidir. Halkevi’nin toprak bir sahası vardı. Önde basketbol, voleybol, arkada tenis oynanırdı. Kırmızı toprak zemini vardı. Milli takım orada antrenman yapardı. Antrenmanlardan sonra eşofmanlarla girerdik duşun altına. Şayet çitilemezsek o kırmızı toprak çıkmazdı. Bundan 70-80 sene evvel bugünkü deterjanlar yoktu. Çamaşır temizlensin diye çivit katılırdı. Bugün kim bilir çiviti?”
Kırklı yılların sonu, ellili yılların başında voleybolun en güçlü ekibi Beyoğluspor’da İstanbul ve Türkiye şampiyonluğu yaşayan Marsel Şalabi o günleri şöyle anlatıyor: “Beyoğluspor’un rakibi Galatasaray’dı. Bir de Vefa vardı voleybolda. Arap bir göz doktoru vardı, ismi Bedri veya Zeki’ydi. Simsiyahtı, çok güzel oynardı. Senesini bilmiyorum, Vefa bana 50 lira mı 100 lira mı ne teklif etti gitmem için. Ben işim evime yakın diye gitmedim. O zaman maçlar Eminönü Halkevi ve Şişli Halkevi’nde oynanırdı. Eminönü Halkevi’nde çok oynadım. Şişli Halkevi’ni bugün kimse bilmez. Teşvikiye Camisi’nden Osmanbey’e giderken dörtyol ağzını geçtikten sonra, 50 metre ileride sağdaydı. Arkasında bir bahçe vardı, oradaki toprak sahada oynadım ben. Vallahi yalansız 75-80 sene olmuş. Beyoğluspor’da antrenörlüğümüzü Büyük Holyafkin yapardı.” Söz Holyafkin isminden açılmışken belirtelim; 1917’deki Bolşevik Devrimi’nde İstanbul’a kaçan Beyaz Ruslar arasında yer alan Holyafkin ailesine mensup Aleksandr (Büyük) ve Valentin/Valek (Küçük) kardeşler oyuncu, antrenör ve hakem olarak voleybol tarihimizin en önemli isimleri arasında yer almaktadır.

Şalabi ve Holyafkin kardeşler, Sinan Erdem, Ziya ve Celal Kayacan, Hrisopulos gibi ülkenin önde gelen oyuncularını bünyesinde toplayan Beyoğluspor voleybol takımı, 1949 ile 1953 arasında dört kez İstanbul Ligi şampiyonu ve beş kez üst üste Türkiye şampiyonu olmuştu. Bu spor dalının o yıllarda tamamen amatörce yapıldığını, “Türkiye Şampiyonu olunca, Beyoğluspor kulübü teşekkür etmek için bizi Yugoslavya’ya gönderdi,” sözleriyle ortaya koyuyor Marsel Şalabi. “Orada çok fena mağlup olduk. 70 bin kişilik büyük bir stadyum vardı Belgrad’da.” Profesyonelliğin olmadığı o dönemde yurtdışı seyahatlerin ne kadar önemli bir ödül olduğunu, “Beyoğluspor’da oynarken bir kere Yunanistan’a gittik maç yapmak için. Vapurla gittik ama aşağı yukarı sintinesine yakın bir yerdeyiz, boklar geçiyordu yanımızdan. Ama ona da razıydık, yeter ki gidelim,” sözleriyle vurguluyor. O yıllarda centilmenliğin de kupayla ödüllendirilecek kadar önemli bir husus olduğunu şu sözlerinden öğreniyoruz: “Türkiye şampiyonası maçları daima Ankara’da, Mülkiye salonunda yapılırdı. Şükrü Saracoğlu gelirdi maçlara. Spor hastasıydı. Bana bir centilmenlik kupası verdi. Bizim zamanımızda bir tane hakem vardı, şimdi sekiz tane hakem var. Hakemlere çok itiraz edilirdi. Çizgi hakemi de yok, her şey hakeme yükleniyordu. Ben pek itiraz etmezdim. Şükrü Bey görmüş bunu, şampiyonluktan sonra bana bir plaket verdi sportmen arkadaş diye.”

Yazının girişinde belirttiğimiz gibi, Voleybol Milli Takımı ilk milli maçını 1953’te İstanbul’da Yugoslavya ile oynamıştı. Bunun nasıl gerçekleştiğini de olayın birinci elden tanığı Marsel Şalabi’den dinliyoruz: “Bizim zamanımızda milli maç yoktu. Haluk, (Milli Takımın ilk antrenörü Haluk Kanbay) ‘Başkanım (Vahit Çolakoğlu) bir başlangıç yapalım, bizim için bir şereftir,’ dedi. Kimle oynayacağız? ‘Yugoslavya bize yakın, para mara istemiyorlar.’ Zavallılar, onları burada ağırladık. Ne verdik onlara biliyor musun? Çorap verdik, kadın çorabı. Haluk Kanbay da St. Michel’de okudu. Voleybolu iyi bilen bir pasördü. Üç gün Tepebaşı’nda bir otelde kamp yaptık. Haluk bize rakipleri göstermedi, görelim şu oyuncuları dedik, göstermedi moralimiz bozulur diye. Adamlar üç metreden smaç vuruyordu. Parmaklarımız zedelendi. Ama bugün Türkiye kızlarda çok iyi. Yugoslavya, Romanya, Çekoslovakya o zamanlar voleybolda dünyanın en iyi ülkeleriydi. Maçı Spor ve Sergi Sarayı’nda oynadık. Lütfü Kırdar açtı orayı. Vali ve belediye reisi. Ay sonunda Ankara’ya gider, para alır, memurlarına verirdi. Bugün valilerin çok büyük gelirleri var. Eskiden öyle değildi. Almanya’ya gittiğinde kapalı spor salonu görmüş. Buraya gelince ben yapacağım bunları demiş ve yapmış. Ben o stadyumun (Dolmabahçe) yapılışını gördüm, yıkılışını gördüm, tekrar yapılışını gördüm.”

“Kaptanımız Aleksandr Holyafkin, kardeşi Valentin’le Yeşilköy doğumluydular. Valentin yüksek atlamacıydı. Aleksandr Türkiye’nin Avrupa’ya gönderdiği ilk milli voleybol hakemiydi. Sağman Belgerden – Çapa’nın bir numaralı adamı, operatör profesör. Oynarken tıp fakültesinde okuyordu. Pasör Ziya Kayacan Beyoğluspor’da oynuyordu. Ziya’nın kardeşi Cemal vardı, o da çok iyi pasördü. Zannedersem işi vardı, gelmedi milli takıma. Yoksa onun da yeri vardı milli takımda. Gültekin Gürel Galatasaraylı, dişçi. Yiğit Ayaşlıoğlu çok iyi oynardı. Bu takımda Sadi Gülçelik yok, işi vardı gelmedi.”

Yugoslavya ile ilk milli maçı oynadığımız yıllar, Türk voleybolunda smaç yerine “çekme” denilen şekilde, topu tutarak rakip sahaya geçirmenin yaygın olduğu, modern öncesi bir dönemdi. Nitekim Marsel Şalabi de, “Biz modern voleybolu Yugoslavlardan öğrendik, adamları seyrede seyrede,” diyerek bu durumu doğruluyor. “Yugoslavlara çok fena mağlup olduk. Böyle oynuyorduk (topu avuçlar gibi gösteriyor). Yasak bu, kızlar gibi oynamak. Ben de çekerdim. Hakem boyuna faul çalardı. Zamanla çekmeyi bıraktık. Çeken birkaç kişi vardık. Muzaffer Ateş diye bir voleybol hakemi vardı, çok faul çalardı buna. Abim, Holyafkin, Ayhan faulsüz çekerdi. Bunların hepsi boylarından istifade ederdi. Ben 1,85’tim, bakma şimdi. Yaşlanınca boyumuz kısaldı. Sinan kafasıyla oynardı. Kocaman adam, o kadar uzun boylu değil. Sıçramıyor ama tam zamanında çıkardı. Çok kibar, efendi çocuktu. O zaman para mara yoktu. Renk aşkı, kulüp aşkıyla, sevgiyle oynardık.”

O yıllarda takım sporlarında, yabancı kulüplerle yapılan maçlarda diğer kulüplerin iki-üç iyi oyuncusunu “takviye almak” âdettendi. Böylece yabancı rakiplere karşı daha güçlü bir kadroyla çıkmak amaçlanıyordu. Marsel Şalabi de bu şekilde, Galatasaray’ın yabancı takımlarla oynadığı maçlarda takviye olarak oynamıştı. “Galatasaray’da da oynadım ama gayriresmî, dostluk maçları filan. Resmen Galatasaray formasıyla oynamadım. Küçük kardeşim Toni Galatasaray’da oynadı. Bir beyefendi vardı, bizi seyretmekten çok zevk alırdı; Galatasaray başkanı Refik Selimoğlu. Bize bakan büyüğümüz Osman Solakoğlu’ydu. Hasnun Galip’te, kulüp binasında bir salon vardı. Aradaki delikten yukarı çıkıp salona girerdik. Recep Ogan diye çok terbiyeli, efendi bir adam vardı, bize hakemlik yapardı. Temiz, kibar çocuklardık. Kavga patırtı yok, itiraz yok. Recep Ogan ne derse ‘Peki baba,’ derdik. Selanikliydi, ‘Bre çocuk,’ derdi.”

Beyoğluspor’da art arda Türkiye şampiyonlukları kazanmadan önce, Ankara’daki askerlik döneminde Havagücü’nde de voleybol oynamış Marsel Şalabi: “Askerliğimi 1946-49 arası Ankara’da Hava Kuvvetlerinde yaptım. İngilizce bildiğim için Amerikan yardım heyetindeydim. Bir gâvurun genelkurmaya girmesi hadiseydi. Ama ben Amerikan yardım heyetinde çalıştığım için girdim. O heyet Hava Kuvvetlerindeydi. Gayrimüslimler subay olmuyordu, sonra başladılar subay olmaya. Yedek subaylık hakkı 48 veya 49’da tanındı. Orgeneral Zeki Doğan kuvvet komutanı, kurmay albay Niyazi Şen kurmay başkanıydı. Vefa’da top oynamış. ‘Şalabi gel bize rahat edersin,’ dedi. Havagücü takımında Arnavut İsmet vardı Kasımpaşalı, Vefalı Muhteşem’in ayağını kıran. Vefa’nın beki Baba Cihat vardı. Ankara’da Havagücü voleybolda şampiyon oldu, Harbiye ikinci oldu. Basketbolda Harbiye birinci, Havagücü ikinci oldu. Basketbolu iyi oynardım ama milli takımda oynamadım.”
Ellili yılların ortasında voleybolu bırakan Marsel Şalabi, spor faaliyetini tenisle sürdürmüş. “Aşağı yukarı 60 senedir tenis oynarım. Nazmi Bari derdi ki, ‘Bizim borumuz Edirne’ye kadar öter.’ Edirne’den dışarı çıktık mı her şeyde – basketbol, voleybol, atletizm, futbol – mağlup olurduk. Bir güreşte iyiydik. Abimler zannedersem 1952’de İstanbul Üniversitesi olarak Mısır’a gittiler. Sinan var, abim var. Hem voleybolcular, hem basketbolcular gitmiş. Yaşar Doğu da var kafilede. Saf Anadolu çocuğu, sırf kuvvet. ‘Abi bu sana kafa tutuyor,’ deyip Sinan Erdem’i göstermişler, Sinan’ın haberi yok. Yaşar Doğu bunu kolundan bir yakalıyor, adam bir ay voleybol oynayamadı! Rakibini tuttu mu, felç ediyordu. 80-90 kilo ya var ya yok ama çok acı kuvveti vardı. Dolmabahçe’de ben gördüm, 130 kiloluk bir Hintliyi devirdi. Necati Morgül diye bir çocuk vardı, onun da çok acı kuvveti vardı. Londra’da Olimpiyat şampiyonu olan Ali Yücel çok teknik bir güreşçiydi. Serbest güreşte ayağını verirsen intihar edersin. Ayağını verirdi, bir bakarsın rakibi yerde.”

Marsel Şalabi’yle sporculuk hayatını konuştuktan sonra, yazının girişinde belirttiğimiz isim değişikliğini anlatmasını istiyoruz. Yüz ifadesi ciddileşerek anlatmaya başlıyor: “Resmi dairelerle çalışıyordum. Kıbrıs hadiselerinden ötürü bir tamim çıktı. Benim samimi arkadaşlarım, açık açık söylüyorlardı. Bana Dodo derlerdi. ‘Dodo, sen yabancı değilsin. Gayrimüslim firmalardan mal alamayız. Düşünüyoruz ne yapalım diye. Niyazi diye bir arkadaşım vardı, Ankara’da Hava Kuvvetlerinde beraber askerlik yaptık. Onunla düşünüyoruz. ‘Dodo, ismini değiştirsene,’ dedi. Gittim, babama söyledim. Olur dedi. Mahkemeye gittik. İki tane şahit lazımdı. Şahitlerimin bir tanesi Sinan Erdem, bir tanesi de Kahraman Bapçum’du. Hakim soruyor siz ne iş yaparsınız diye. ‘Ben hukukçuyum,’ dedi. ‘Siz ne iş yaparsınız?’ ‘Ben de hukukçuyum.’ Avukatım da Galatasaraylı Uğur Kalafatoğlu. Onunla beraber St. Michel’deydik. Türkiye Noterler Birliği başkanlığı yaptı. Ticaret Odasına sordular. Borcun olursa, ismini değiştiremezsin. Aşağı yukarı 65 senesinde, Marsel Şalabi ismi oldu, Melih Çelebi. Çok büyük yanlışlar yaptılar gayrimüslimlere. Ben burada doğdum, burada öleceğim. Annem, babam, karım, abim – hepsinin mezarı burada. Ben de oraya gideceğim. 6-7 Eylül’de çok fena yaptılar. Çok kişi gitti yurt dışına. Rum gitti, Ermeni gitti, Yahudi, İtalyan, Fransız gitti. Yeşilköy’de çok tanıdık vardı, hepsi yurt dışına gitti.”
Marsel Şalabi ya da Melih Çelebi, çocukları da yurtdışına gittikten sonra son yıllarını Latin Katolik cemaatine ait bir bakımevinde geçirdi. Burada yaptığımız görüşmede bize söylediği gibi son nefesini doğup büyüdüğü ve 97 yıl yaşadığı şehirde verdi.
