“Semra sen çok iyi koşuyorsun. Okullar arasında Zübeyde Hanım koşusu varmış. Altı kişilik takım olunca gidiliyormuş. Arkadaşlarını toplar mısın?” Büyük Çiğli Lisesi’nde okuyan Semra, Türkçe öğretmeninin sorduğu bu soruya olumlu cevap verdiğinde hayatının akışının değişeceğinden henüz haberi yoktu. Bu sokak koşusunu rakiplerine büyük fark atarak kazanınca, o güne dek birçok atlet yetiştirmiş bir antrenörün dikkatini çekti ve böylece spor tarihimizin unutulmaz isimlerinden Semra Aksu ortaya çıktı. Türkiye’de atletizmle uğraşan her sporcu gibi onun hikâyesinde de imkânsızlıklar, fedakârlıklar, rakipler dışında çetin şartlarla mücadele başrolü oynadı. Birkaç ay önce yaptığımız uzun sohbette bütün bunları ayrıntılarıyla dinledik. Özellikle çocukluk ve gençlik yıllarının Çiğli’si hakkında anlattıkları, yaklaşık 50 yıllık bir zaman diliminde yaşanan hızlı ve çarpıcı değişimi ortaya koyuyor. Öncelikle bu yılları, ailesini, sporla ilk kez oyun gibi başlayan tanışıklığını dinlemek üzere sözü Semra Aksu’ya bırakıyoruz.
“31 Mayıs 1962 İzmir, Çiğli doğumluyum. Baba tarafım Filibe’den, anne tarafımLangaza’dan. Selanik’in bir köyü. Atatürk’ün annesinin doğduğu yer. Karşı komşularıymış. Defalarca müsabakalara gittiğimde o köyü de ziyaret ettim. 1870’lerde Çiğli’ye gelmişler. Biz de orada doğup büyüdük. Ben beş kardeşin en büyüğüyüm. 62’den 70’e, ikişer sene arayla doğduk. İstasyon altında 23 dönüm tarlamız vardı. Enginardan bütün meyvelere kadar yetişirdi. Bizim işimiz gücümüz tarlada çalışmaktı. Hem bahçede çalışırdık hem de fırsat bulduğumuz zamanda spor yapardık. Hep çalışırdık. Annem de babam da çok çalışkan insanlardı. Babam nakliyeciydi. Bahçeden toplanan malları bizim orada istiflerdik, babam gece yarısı hale götürürdü. Dedem sabah 5’te kaldırırdı beni. Tarla sulardım. Sonra kuyudan su çeker, ayaklarımı yıkar, doğru okula giderdim. Okuldan gelince yine tarlada çalışırdım. Spora çocukluğumuzdan beri hep merakımız vardı. Sema halam evlendikten sonra Mersinli’de Atatürk Stadı’nın hemen yanındaki sokakta oturuyordu, ki adımı da o koymuş. Orada arkadaşım Gürkan Çapar vardı, benim yaşıtım. Kestelli Ortaokulunda ve Karataş Lisesi’nde okudu. Sporda faal okullardı. Bazı hafta sonları dedem bizi alıp trenle onlara götürürdü. Onlar da bizi sahaya götürürdü. Mahallenin çocukları atletizm pistinin alt kısmından yol yapmışlar kazarak. Oradan hepimiz girer, koştura koştura giderdik. Bekçiler bağırınca da tekrar aynı yoldan kaçardık. Sonra Gürkan okul takımında yarışmaya başladı. 100 metre engel koşmuş. Halam onların madalyalarını getirmişti. Biz onun madalyalarına bakardık, o bize öğretirdi. Gürkan ve kardeşi Ercan bize geldiklerinde, benim kardeşlerim de hep birlikte yarışırdık. Mesela domates, biber kasalarından engel yapardık. Dedemlerin evinden başlar, komşu ninenin tarlaya gider, onun evine değerdik. Oradan da geri dönerdik. Gürkan’ın babasıyla Ümmet dedem yan yana otururlarmış. ‘Sen sonuna bak, Kelebek geliyor,’ dermiş. Hepsini geçerdim. Sonra saman yığınlarına iki tane kargı diker, arasına lastik takardık. Kargının üstüne santim santim yazardık. Onun üstünden yüksek atlardık. Eskiden samandan yapılma büyük divan minderleri vardı. Halamlar bir gün temizlik yaparken, onları atacaklarmış. Biz onları hemen aldık, çıtayı da gerdik. Onun üstünden yüksek atlıyoruz. Bir atladık, iki atladık, üçüncüde minder bir patladı. Ortaya paralar saçıldı. Babaannem kağıt iki buçukluk, beşlikleri oraya saklamış. İki buçukluk paralar o zaman tedavülden kalkmış ama beşlikleri banka almıştı. Kısacası, bahçede gerçekten atletizm yapıyoruz. Yerlerimiz var, ölçüyoruz, koşuyoruz amatörce. O zaman spor ayakkabı yok, ayağımızda ne varsa. Zaten ayakkabı bayramdan bayrama alınıyordu. Eşofman da yok, pijamalarla koşuyoruz. Ortaokul ve lisedeki beden eğitimi derslerinde kızlar kenarda ip atlayıp yakan top oynarlardı. Ama ben çok güzel futbol oynardım. Gürkan’lar bize geldiğinde bahçemizde çok güzel futbol maçları yapardık. Çok güzel basketbol oynardık. Babaannemin eleğinden pota yapmıştık. Naylon top alıp oynardık. Voleybol oynardık. Yani çocukluğumuz sporla iç içe geçti.”

Şimdi 1979 Mart’ına, yazının başında bahsettiğimiz olaya dönelim. Spora düşkün olan ve okul bahçesinde öğrencilerle birlikte futbol oynayan Türkçe hocası, Semra’nın spora olan yeteneğini fark edip koşu takımı kurmasını ister ve o da kabul eder. Şimdi, onun milli ve rekortmen bir atlet olmasını sağlayan yolun başlangıcı olan Zübeyde Hanım koşusu ve sonrasını dinlemek üzere sözü tekrar Semra Aksu’ya bırakıyoruz: “Ailelerimiz ve öğretmenimiz bizi tren istasyonuna getirdi. 17 yaşındayım ve ilk kez Karşıyaka’ya gidiyorum. Hayatımız hep bahçede geçtiği için yolun karşısına bile geçmiyoruz. Koşu Bostanlı’dan başladı, Karşıyaka Stadı’nda bitti. Yol koşularında önden polis arabası, arkasından ambulans gider. Ben hiçbir şey bilmediğim için polis arabasını takip ediyorum. Bazen onu geçiyorum. Yanlış mı oldu diyorum, duruyorum. Neyse ben stada girdim. Sağıma soluma bakıyorum. Hocalar yanıma geldi,‘Kızım sen atlet misin?’ diye sordular. ‘Yok. Beni Türkçe hocam getirdi,’ dedim. Bu arada bizimkilerden hiç kimse yok daha ortalıkta. Bir müddet sonra hepsi ambulansla geldiler. Ama ben birinci olduğum için Büyük Çiğli Lisesi olarak birinci olduk. Daha sonra yıllarca antrenörlüğümü yapacak olan Edip Akarsu, ‘Kızım sende çok büyük yetenek var. Ben milli takım antrenörüyüm. Sen ileride çok büyük bir sporcu olursun,’ diye konuştu. O gün pazardı. Hocam kupayı, madalyayı bana verdi. ‘Yarın okula getir, bayrak töreninden önce seni çıkarırız,’ dedi. Eve gidince kupayı, madalyayı babama gösterdim. ‘Ben Karşıyaka’ya idmanlara gidecekmişim, çok büyük sporcu olacakmışım,’ dedim. Babam bana bir tokat patlattı, ben yerdeyim. ‘Bahçede kim çalışacak?’ diye sordu. Aradan yaklaşık bir ay geçti. Edip Akarsu karısı Şadiye’yi de yanına almış, onun kucağında kızları Belkıs. Otobüsten inip bizi sormuşlar. O zaman Çiğli’de herkes birbirini tanıyor. Almışlar bizim eve kadar getirmişler. Ali de gidip kahveden babamı çağırdı. Babam geldiğinde çok sinirliydi. Fakat Edip hoca çok güzel konuşunca babam sakinleşti. ‘Hocam ben bunu yalnız gönderemem, burada çok dedikodu yaparlar. Hem bunların yol parasını karşılayamam, eşofmanları da yok, nasıl başa çıkarım?’ diye sordu. Edip ağabey ben bunların hepsini halledeceğim,’ deyince, babam da, ‘İyi o zaman. Eti senin, kemiği benim,’ dedi. Öyle başladık.”

“İlk gittiğimiz gün Edip Hoca, birisini ileriye gönderdi. Bana, ‘Bak sen onun durduğu yere kadar koşacaksın, orada bitecek, 200 metre’ dedi. Semra Dicle yeni Fransa’dan, okul sporları yarışlarından dönmüştü. Onlar benden önce başlayanlardı. Tam virajı dönerken o mu bana, ben mi ona çarptım hatırlamıyorum, çarpıştık. Ben yukarıdan adımlarımı attım, o düştü. Ben gittim, kıyıya oturdum. Herkes onunla ilgilenmeye başladı, ben utandım ve korktum. Kardeşimle birlikte poşeti aldığımız gibi ayrıldık oradan. İki üç gün sonra biz gitmeyince Edip abi eve geldi, ‘Kızım bunda bir şey yok,’ dedi. Sonra hepsi arkadaşımız oldu. Antrenörümüz başka sporcuların eskilerinden bize eşofmanlar ayarladı. Çiğli istasyonundan trene binip Karşıyaka istasyonunda inmeyi öğrendik. Ara sokaklardan geçerek de Çamlık sokağına gelmeyi öğrendik. Üç beş kez böyle gittik ama Edip hoca da bir devlet memuru. Başka birçok sporcuya bakıyordu. Veremedi bir müddet sonra bilet parasını. Öyle olunca biz, tren yolunu takip edip Karşıyaka istasyonuna kadar gidelim dedik. Şimdi Hilltown AVM’nin olduğu yerde çöplük vardı. Bütün İzmir’in çöpleri oraya yığılırdı. Oradan geçerken köpekler bizim peşimizden koştururdu. Biz ilk antrenmanı orada yapardık. Önceleri adım “köylüydü”. Sonra sahadaki herkesle arkadaş olduk. Çatal-bıçakla yemeyi, diş fırçasını, diş macununu, deodorantı milli takım kamplarında arkadaşlarımdan öğrendim. Özürlü kardeşim olduğu için biz yer masasında yerdik. Tahtadan kocaman bir sinimiz vardı. Karşıyaka Stadı’nda idmanlara gittiğimde soyunma odasına giriyordum. Altımda kot pantolonum var, çıkarıyorum bir kenara koyuyorum. Herkesin çantası var. Hepsi Karşıyaka’nın çocukları, bir tek biz Çiğli’den geliyoruz. Anneme, ‘Herkesin elinde spor çantası var, ben pantolonumu götürüp bir yere koyunca güzel olmuyor,’ dedim. Perihan abla diye bir komşumuz vardı, annem beni ona gönderdi. O bana bir poşet verdi. Ondan sonra hiç olmazsa pantolonumu çıkarıp o poşete koyuyordum.” Ayakkabı konusunda ilk yıllarda yaşadığı sıkıntıları da şöyle anlatıyor Semra Aksu: “Ben spora başladığımda ayaklarım 41 numaraydı. Fahrettin Karaduman da 100-200 koşardı, onun ayakları 39 numaraydı. Almanya’dan ağabeyi Adidas getirmiş. Ben o ayakkabılarla koşardım, ayaklarım iki büklüm olurdu. Önce bayanlar 100 metre, sonra erkekler 100 metre yarışı olurdu. Ben koşardım, hemen çıkarıp ayakkabıları Fahrettin’e yetiştirirdim. İzmir’in meşhur Tanık ailesi Edip abinin çok yakın dostlarıydı. Semih Tanık’a rica etti. O bana yurt dışından 81’de çivili ayakkabı getirmişti. İlk çivili ayakkabım oydu.”

Semra Aksu’nun atletizm dünyasıyla bu ilk tanışma döneminde hep yanında olan kardeşi Ali’nin de kısa süre içinde milli bir atlet olduğunu hatırlayıp, diğer kardeşlerin sporla ilişkisini soruyoruz. Semra Aksu anlatıyor: “Kardeşlerim Ali 110 metre engelli Türkiye rekortmeni, Himmet Aksu 400 metre engelli Türkiye rekortmeni oldular. 68’li kardeşim engelli doğdu. O hiç konuşmadı, yürümedi. Ben onun adına koştum. Her müsabakaya giderken kulağına eğilir derdim ki, ‘Mehmet ben senin için koşmaya gideceğim.’ Kız kardeşim Halide de koşmaya çalıştı ama kasıkta fıtık sorunu vardı. O da spor akademisinde okudu. Hepimiz beden eğitimi okuduk.” Semra Aksu’nun sporculuk kariyerine dönüp kazandığı ilk yarışları, kırdığı ilk rekorları dinliyoruz: “Gençler kategorisinde bir sene yarışabildim çünkü çok geç başlamıştım. Mayıs ayında ilk yarışımda 400 metre engelli gençler Türkiye rekorunu kırdım. O zaman bölgesel yarışlar vardı – İzmir, Manisa, Aydın, Denizli. Onlara girdik. Sonra Ankara’da Türkiye Şampiyonası oldu. Yarışlara girdikçe herkes öğrenmeye başladı. Çiğli gazetesi vardı, orada haberlerim çıktı. Ankara’ya trenle gideceğiz, davul zurna tutulmuş. Bütün sülalem gelmiş, peronun üstü insan dolu. Ali, Himmet, ben bindik. 17 saat sonra Ankara’da indik. Çok geç kalmıştık. Beş dakika bile ısınamadım. Hoca çabuk gel, şöyle sıçra, böyle sıçra dedi. Sonra yarışa girdim. 100 metre engelli yarışıydı, orada da şampiyon oldum. 400 engelde iki tane yarıştan sonra uzun bir müddet koşmadım. Önce 100-200 koştum, sonra tekniği öğrenmeye başladım. Eski rekorlar takım arkadaşlarım Esen’in ve Semra Dicle’nindi. Onların rekorlarını kırmaya başladım. Neye girsem başarılı oluyordum. 86’ya kadar 100-100 engel-200 koştum. 50 metre ve 50 metre engelli koştum. Bizim salon 50 metre olduğu için öyle koştum, yurt dışında 60 metreydi. Onların da rekorlarını kırdım. Koştuğum her mesafede rekor kırdım. 4×100 ve 4×400, bütün takımlarda yer aldım. Onların da rekorlarını kırdık arka arkaya. 86’dan itibaren 400 engelde koşmaya başladım. 1979’dan itibaren her sene Türkiye şampiyonu oldum. 1980’de Balkan Gençler Şampiyonası için Selanik’e gittik. İlk yurtdışı yarışım oydu. O zaman kendime spor çantası aldım.”

Semra Aksu A Milli Takımda ilk kez 1980 Eylül ayında İzmir’de düzenlenen İslam Oyunları’nda yer almış. Edip Akarsu tarafından keşfedildikten sonra bu seviyeye ulaşması sadece bir yıl sürmüş ama bu başarıya rağmen özellikle dedesinin onun sporculuğunu kabullenmesi zor olmuş: “İslam Oyunları’nın açılış töreninde eşofmanlarla yürüdük. Folklor gösterileri falan, dedemin çok hoşuna gitmiş. Yarış günü de seyretmeye gelmiş. 100 engellide birinci olmuştum. Tabii yarışta şortla koşuyorum. Dedem bozulmuş. Çiğli’ye suratı asık vaziyette dönmüş. Çarşı içinde bir dükkanı vardı. Kasada Ömer amca otururdu. Oğullarından Gülnur abi eczacıydı. Güneş abi İzmir Baro başkanıydı. Gürhun abi Ege Üniversitesi’nde profesördü. Üçü de Karantina kulübünde atletti. Onlar için çok değerliydim ben. Ömer amca, ‘Nasıl koştu Semra?’ diye sormuş. ‘Yahu sorma, bizim torun baldır bacak koştu,’ diye cevap vermiş. Bunun üzerine Ömer amcayla Gülnur abi kurallar gereği şortla koştuğumu anlatmışlar. O zaman dedem ikna olmuş. Ondan sonra önümüze geçmedi ve gönülden destek oldu sporu sürdürmemiz için.” Mahalledeki komşular da başlangıçta onun sporla uğraşmasını küçümserken, kazandığı birincilikler ve kırdığı rekorlar peş peşe gelince bakış açıları değişmeye başlamış. “Sırtımda çantayla idmanlara giderken, komşular beni görünce, ‘Ne o Semra, bohçanı almışsın yine. Otur evde nakış işle, annene yardım et,’ diyorlardı. Babam akşamları kahveden döndüğünde bazen yüzü çok asık olurdu. ‘Ne oldu baba?’ diye sorduğumda, ‘Yok kızım bir şey,’ diye geçiştirirdi. Kahvede bazı insanlar, ‘Gönderiyorsun kızı oralara,’ diye konuşuyormuş. Hep bunlara göğüs gerdi babam. Çiğli o zamanlar hakikaten köy yeriydi. Benden başka kimse okumadı bizim dönemimizde. Bir de kuzenim vardı, bahçe bitkileri bölümünde profesör şimdi. Öyle konuşan insanlar ben meşhur olup televizyonda, gazetelerde çıkmaya başlayınca çocuklarını, ‘Bunu da götür Semra, adam olsun,’ diyerek bana getirdiler.”

Ülke çapında katıldığı bütün yarışları kazanan Semra Aksu, uluslararası düzeyde ilk başarısına henüz 21 yaşındayken ulaştı ve 1983’te İzmir’de yapılan Balkan Atletizm Şampiyonası’nda ikinci oldu. Böylece 1960’ta Gül Çıray Akbaş’ın 800 metrede kazandığı birincilikten tam 23 yıl sonra madalya kürsüsünde bir kadın sporcumuz yer alıyordu. Aksu o günü şöyle hatırlıyor: “O zaman bazı şeyler yanlış yapıldı. En iyi dereceli atlet birinci kulvardaydı, ben yedideydim. Bizi yan yana koymadılar. Ben onu göremedim, kaçırdım. Orada biraz tecrübesizlik oldu bence. Çok az farkla birinciliği kaçırdım. Annem tribündeydi. Çok ağladım. Kardeşim Ali sahaya atladı. Sonra ben annemin yanına çıktım. Yunanistan’dan iki üç otobüs kadar seyirci gelmişti. Annemin elini öptüm. Sonra hepsi sırayla gidip annemi kutladılar. O yarıştan sonra annem başka yarışıma gelemedi.” Semra Aksu kürsüye çıkma başarısını 1986’da tekrarladı ve henüz dağılmamış olan Yugoslavya’nın Ljubljana kentinde yapılan Balkan Şampiyonası’nda bu kez 400 engellide üçüncü olarak bronz madalya kazandı.


Balkanlarda madalya kürsüsüne çıkmanın ardından Semra Aksu’nun ulaştığı bir diğer başarı Olimpiyat barajını geçerek 1984 Los Angeles Olimpiyatlarına katılmasıydı. Böylece 1960 Roma’dan 24 yıl sonra bir kadın atlet ay-yıldızlı formayı Olimpiyatlarda temsil ediyordu. 100 ve 200 metrelerde yarışan Aksu, aynı zamanda kafiledeki tek kadın sporcumuzdu. “64 erkek, tek kadın sporcu olarak gittik. Türk bayrağını taşıyan ilk kadın sporcu ben oldum. Bayrağı kim taşıyacak diye Türk ofisini aramışlar. Federasyon Başkanı Abdullah Kökpınar, Mehmet Yurdadön’ün ismini vermiş. Kafile başkanımız Yücel Seçkiner toplantı yaptı. ‘Bayrağımızı kafilemizdeki tek kadın sporcu Semra Aksu taşıyacak,’ dedi. Hatta ben bayrakla gidiyorum, skorbordda Mehmet Yurdadön yazıyor.” Açılış töreni sırasında başından geçen ve kısa süreli endişe yaratan olayı da şöyle anlatıyor: “O zaman Asala terörü vardı. Bizim için çok sıkıntılı bir süreçti. Bayrakla yürürken kafileyi getirdim. Sonra bütün ülkelerin bayraktarları başka bir yerde toplanıyor. Tam o sırada birisi çıkıp geldi. Üstüme yürüyerek, ‘Sizi geberteceğiz, pis Türkler’ dedi Türkçe. Ben Yücel Seçkiner’e durumu anlattım. ‘Kim olduğunu gördün mü?’ diye sordu. ‘Gördüm, biliyorum,’ dedim. Adamın kıyafetinde Lübnan kokartı vardı. Bizim güreşçiler, boksörler galeyana geldi. Onları sakinleştirdik. Olay oradaki güvenlik birimlerine intikal etti. Akşam beni güvenlik ofisine aldılar. Lübnan kafilesindeki sporcuların resimlerini önüme koyup göstermemi istediler. Ben o sporcuyu teşhis ettim. Bir bisikletçiydi. Yarışlara katılamadan o sporcuyu geri gönderdiler.”


Semra Aksu’nun kazandığı bir diğer yurt dışı başarı da kulüpler seviyesindeydi. Bu konuda bir sponsorun himayesinde olmanın da faydasını görmüştü: “1985’te Karşıyaka kız takımı olarak Türkiye şampiyonu olduk. 1986’da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katıldık. Sazak ailesi Edip abinin akrabasıymış. 86’da Yılmaz Sazak benim sponsorum oldu. Özellikle yurt dışı kamplarında bana yardımcı olmaya başladı. O da geliyordu, kampları görüyordu. Karşıyaka kulübü biz Avrupa Şampiyonası’na katılamayız dedi. Yılmaz Sazak bütün takımı ben götüreceğim dedi. 16 kişiydik. Bir tek ben, 400 metre engelde şampiyon oldum. Türkiye rekoru da kırdım. 57.60 koştum. Mükemmel bir dereceydi. O zaman Avrupa çapında da iyi bir dereceydi.”

1983’de Kazablanka’da düzenlenen Akdeniz Oyunları’nda 100 ve 200 metre koşup finale kalan Semra Aksu, 1986’da branş değiştirip 400 metre engelliye geçtikten sonra Türk atletizm tarihinin o yıllardaki en büyük başarılarından birini elde etmiş ve 1987’de Lazkiye’de yapılan Akdeniz Oyunları’nda ikinci olarak gümüş madalya almıştı. Birinci gelen rakibiyse 1984 Olimpiyatlarında altın madalya alan Faslı Neval El Mutavakil’di. Aksu bu başarının nasıl gerçekleştiğini anlatıyor: “1987 Stuttgart’taki Avrupa Şampiyonası’ndan dönmüştük. Milli takım kampına geldik. Avrupa Şampiyonası benim için çok başarısız geçmişti. Yağmur, soğuk, alışamadığımız bir iklim vardı. O arada Hıncal Uluç benimle ilgili çok kötü bir yazı yazdı. Kampa Gençlik Spor Genel Müdürü gelmişti. O yazı üzerine ben, ‘En iyisi kamptan ayrılayım, oyunlara gelmeyeyim,’ dedim. ‘Tabii, bizi orada üzeceğine burada üz,’ diye karşılık verdi. Antrenörümle İzmir’e geldik. Evde yemek yiyorduk. Babam, ‘Sen kendine güvenmiyor musun?’ diye sordu. ‘Sen o yazılara bakma. Bir düşün bakalım, kürsüye çıktığın zaman ne diyecek,’ şeklinde konuştu. Hemen o gece her şeyimizi hazırladık. Ali gidip Edip abiye haber verdi. O da hazırladı çantasını. Tekrar kampa gittik ama hiç kimseyle görüşmedim.”

“Oyunlara gittik. Voleybol kadın takımımız ikinci olmuştu. Onlar bir köşede oturmuş sohbet ediyordu. Beni çağırdılar. ‘Yarın seçmelerim var, eleneyim o zaman geleceğim,’ dedim. Ertesi gün seri birincisi olarak finale kaldım. Herkes şaşırdı. Kampa bir geldim, ‘Bravo Semra, aferin Semra,’ diye karşıladılar beni. Ertesi gün finalde ikinci oldum. Güzel bir yarıştı. 84 Olimpiyatlarında 400 engellinin şampiyonu Faslı Neval el Mutavakil ile çekiştik. Ben eğer bir Olimpiyat şampiyonu geçebileceğime motive edilseydim, birinci gelirdim. 56.59 ben koştum. 56.42 o koştu. Rahmetli Cengiz Göllü atladı sahaya, Arif Nusret Say, Federasyon Başkanımız Aşkın Tuna atladılar. Yanıma koşup sarıldılar. Hep birlikte ağlıyoruz. Kampa geldik. Genel müdürümüz geldi, ‘Ben sana dememiş miydim, gelirsen başarılı olacaksın diye,’ dedi. Sabaha kadar hiç uyumadım, ‘Başardım’ diye ağladım.” Semra Aksu’nun kazandığı bu gümüş madalya, Akdeniz Oyunları’nda kadınlar atletizm dalında Türkiye’nin sahip olduğu ilk madalyaydı.


Semra Aksu’nun sporcu olarak katıldığı son büyük organizasyon 1988 Seul Olimpiyatları olmuş, ancak burada finale kalamamış. Hazırlık kampı konusunda anlattıkları, sporda genel anlamda neden başarısız olduğumuzu da ortaya koyuyor: “1988 Seul Olimpiyatlarına hiç iyi hazırlanamadık. 86’dan sonra güzel yerlerde antrenman yapmıştık. İngiltere’de Sebastian Coe’nun kulübü Harring Athletic Club’a Yılmaz Sazak beni üye yapmıştı. Antrenmanların çoğunu orada yaptım. Orada Nisan’a kadar kış antrenmanlarını yaptık. Mayıs’ta aldılar beni Bolu Aladağ’a götürdüler. Kış antrenmanlarına da yazık oldu. Şimdi o gün yapılan antrenmanları düşününce neden öyle olduğu anlaşılır. Kampta bize bir araba verdiler, iki günde bir giden ekmek arabasıymış. Üç tane engel koydular. Önde bir top sahası var, orada inekler geziyor. Temizliyoruz, ertesi gün inekler yine pisliyor. Orada güreşçiler kamp yapıyorlar ama onların salonu var, minder var. Bana toprakta koş diyorlar. Ayaklarımız burkuluyor. Oradan olimpiyatlara gittik biz. Şimdi atletlerimiz bir yıl boyunca birçok ülkeye giderek hazırlanıyorlar. Bizim o zaman öyle bir imkanımız yoktu.”

“88 Olimpiyatlarından sonra Londra’ya dil kursuna gittim. Kurstan arkadaşlarım bana bir tekstil fabrikasında iş buldular. Öğlene kadar okula gidiyordum. Bir arkadaşım Polonyalı bir ailenin yanında pansiyoner kalıyordu. Oda arkadaşı ayrılmış, onun yerine ben geldim. Polonyalı aile benim kim olduğumu öğrenince, bu seviyedeki bir milli sporcunun bu şartlarda dil öğrenmeye çalışmasına inanamadı. Altı ay dolmadan çıkış yapmam gerekiyordu. Ne yapacağım, geri nasıl döneceğim diye düşünürken bir deodorant reklamında oynamam için teklif geldi. Gidiş-dönüş uçak biletimi de karşılayacaklardı. Stüdyo çekimleri İstanbul’da, pist çekimleri İzmir Atatürk Stadı’nda yapıldı. Atlet arkadaşlarım ve Edip hoca da rol aldılar çekimlerde. Londra’ya döndüğümde bu sefer bir restoranın çamaşır bölümünde işe girdim. 12’de okuldan çıkıyordum. Öğleden sonra dörtte işe gidiyorum, gece ikiye kadar çalışıyordum. Okulla iş arasındaki boş zamanda parkta kendi kendime idman yapıyordum. İki seneye yakın Londra’da kaldım. Kardeşim Mehmet’in ölüm haberini alınca döndüm.” Sporu bırakmaya niyetliyken iki yıl aradan sonra tekrar başlayan Semra Aksu, kariyerinin son iki yılında Fenerbahçe formasıyla yarışmış: “Geldiğimde Türkiye Şampiyonası vardı. Kaç sene ara vermiştim ama katıldım ve birinci oldum. 91 Atina’da Balkan Salon Şampiyonası’nda ikinci oldum. O zaman Balkanlar güçlüydü, şimdiki gibi değildi. 92’de bıraktım. Çiğli Lisesi’nde öğretmenlik yapıyordum. 94’te bir telefon, Ağustos ayıydı sanırım. Şu anda Fenerbahçe amatör şubeler kaptanlığını yapan Fikret Çetinkaya’ydı arayan. ‘Bizim 4×100 takımındaki sporculardan biri hamile, gelip koşar mısın?’ diye soruyor. ‘Kaç sene olmuş ben bırakalı,’ diye cevap verdim. ‘Senin ölün yeter, kimi bulacağız bu saatte,’ diye konuştu. Neyse gittim. Şampiyon olunca devam etmek zorunda kaldım. 96’ya kadar Fenerbahçe’de yarıştım, 34 yaşında bıraktım. Ama gözümü Karşıyaka Spor Kulübü’nde açtım. Hasta Karşıyakalıyım. Şu anda da Divan Kurulu Asbaşkanı olarak görev yapmaktayım.”

Semra Aksu sporu bıraktıktan sonra hayatını Çiğli Lisesi’nde beden eğitimi öğretmeni olarak sürdürmeyi düşünürken kendisini önce siyasetin, ardından spor yöneticiliğinin yoğun temposu içinde bulmasını şöyle anlatıyor: “99 yerel seçimlerinde Ahmet Piriştina Çiğli’den adayım olur musun dedi. Ben de kabul ettim ve DSP’den aday oldum. CHP adayı kazandı. 1280 küsur oyla kaybettim seçimi. Seçimler bitti, Piriştina mazbatasını aldıktan bir hafta sonra beni çağırdı. ‘Ne düşünüyorsun şampiyon?’ diye sordu. ‘Efendim en iyi bildiğim işi yapacağım, öğretmenliğe devam edeceğim,’ dedim. ‘Olmaz sen çok siyasi söylemde bulundun, artık öğretmenlik yapman doğru olmaz. Şu Burhan Özfatura’nın 94-99 faaliyet kitapçığını al bir bak bakalım, sen ne yapabilirsin,’ diye konuştu. Baktım Spor Müdürlüğü, Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü, bağlı olduğu yer Kültürel ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı. Ahmet Piriştina’ya tercihimi söyleyince çok iyi düşünmüşsün dedi. O daireye bağlı iki müdürlük vardı. Sonra baktı ben çok sıkı çalışıyorum, ‘Semra huzurevleri de Sosyal Hizmetlere giriyor, mezarlıklar da,’ deyip onları da benim daireye bağladı. Şimdi hepsi birer daire başkanlığı olarak ayrıldı. Bu arada Atletizm Federasyonu’nda Yılmaz Sazak ve Fikret Çetinkaya yönetiminde, yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmıştım. Fikret Çetinkaya 2000 yılı Mart veya Nisan ayında istifa edince seçim yapılmadı, yerine birisi atanacaktı. Ahmet Piriştina bana, ‘Şimdi ne olacak?’ diye sorunca, ‘İçimizden birini atayacaklar,’ dedim. ‘O niye sen olmayasın? Hem ilk kez bir kadın federasyon başkanı olur ama sen yapar mısın?’ diye sordu. Ben, ‘Yaparım başkanım,’ diye cevap verdim. Ahmet Başkan Ankara’ya gitmiş, Spor Bakanı Fikret Ünlü’ye çıkmış. O arada eski federasyon başkanları bir ağabeyimiz için gelmişler oraya. Fakat bakan da benim başkan olmam fikrini onaylamış.” Sporcu olarak üç olimpiyata katılma hayalini gerçekleştiremeyen Semra Aksu, 2000 Sidney Olimpiyatlarına federasyon başkanı olarak katılmış. Ancak İzmir’deki görevinin yoğunluğu nedeniyle aynı yıl sonlarında federasyonu bırakmak zorunda kalmış. “Federasyon Başkanlığı için yeni seçim vakti geldiğinde Ahmet Piriştina, ‘Burada işler sensiz olmuyor, bak Universiade Oyunlarını da aldık, kim çalışacak?’ dedi. Haklısınız dedim ve görev sürem bitince Federasyondan ayrıldım. Universiade İcra Komitesi üyesiydim. 2005 İzmir öncesi Universiade oyunları 2001’de Beijing’de, 2003’de Daegu’da yapılmıştı. Önce Beijing’de 40 gün kaldım, bütün organizasyonların nasıl yapıldığını inceledim. Daegu’da da 40 gün kaldım. Çok şey öğrendik oralardan. O kapasiteyi güzel kullandığımızı, güzel çalışmalara imza attığımızı düşünüyorum. Ahmet Piriştina Universiade’ı İzmir’in alması için çok uğraştı. Brüksel’den bize aldım diye telefon etmişti. Ne yazık ki, ömrü oyunları görmeye yetmedi. 2004’te, yerel seçimleri aldıktan iki ay sonra vefat etti.”

Sohbetimizin sonunda Semra Aksu’yla, bir tanesi de kırılmayı tam 36 yıl bekleyen rekorlarının sayısını konuşuyoruz. Üstelik bu rekorlar sadece koşuları kapsamıyor; atletizmin en zor branşlarından heptatlonda da Türkiye rekoru kırmış başarılı atlet. “Heptatlonda Edip abi, ‘Semra yavaş yavaş kıralım,’ dedi. Ankara’daki yarışta son yarış 800 metreydi. Ben koşarken Edip abi, ‘Yavaş! Kırdın rekoru, yavaş!’ diye bağırıyordu. Atletizm Federasyonu bir araştırma yapmış, 73 tane rekorum varmış. En son rekorum da 36 yıl sonra kırıldı. Salon 200 metre rekorunu, Mizgin Ay kırdı. Bir rekor 36 yıl bekler mi?” Söz rekorlardan açılmışken, Türkiye’de atletizm yayıncılığının önde gelen ismi Neriman Tekil’in 1982’de, yani Semra Aksu’nun kariyerinin başlangıcı diyebileceğimiz dönemde yazdığı satırları okuyalım: “İşte Semra Aksu ve işte dereceleri… Sadece 1982 yılında Semra Aksu pistte 9 ve salonda 5 olmak üzere toplam 14 Türkiye rekoru tesis etmiştir. Bu 14 rekordan dördü 100 metre engellide, ikisi 200 metrede, ikisi bayrak koşularında, biri yedili yarışma demek olan heptatlonda, üç adedi 50 metre salon ve iki adedi 50 metre engelli salon yarışmalarındadır. Semra Aksu’nun bir sezonda 14 rekor yapmış olması kanaatimce erişilmesi güç olan bir rekorlar rekorudur. Bu bakımdan biz kendisine “Atletizmin Kraliçesi” unvanını uygun bulduk.”

Semra Aksu, atletizme çok uygun fiziği ve doğuştan gelen yetenekleriyle Türkiye’de değil de bir Avrupa ülkesinde dünyaya gelmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle Olimpiyatlarda final koşar ve madalya alırdı. Ancak atletizmin ve diğer bütün amatör branşların üvey evlat muamelesi gördüğü ülkemizde deyim yerindeyse harcandı ve biz onun Balkanlar ve Akdeniz Oyunları’nda kazandığı gümüş madalyalarla yetindik. Türk atletizminde yeni kraliçeler ortaya çıkar mı? Eğitim sisteminin çocukları spor yerine bitmek bilmeyen sınavlarda yarışmaya ittiği, onların yerine devşirme sporcuların milli formayı giydiği günümüz ortamında bu çok zor ama ileride bu şartlar düzelirse, nice Semra Aksu’lar yetişeceğini ümit ediyoruz.

